4 Şubat 2015 Çarşamba

11 Sıradan Bir Hayat - 33. Bölüm


Günlerimin nasıl geçtiğinin farkında değildim ama rutin bir şekilde ilerlediği de değişmez bir gerçekti. Sadece Brandon’la geçirdiğimiz hafta sonları eğlenceli ve yaşamaya değer görünüyordu. Garip bir şekilde gelecek hafta sonu içinde heyecanlanıyordum.

Brandon’la geçirdiğimiz bir haftalık tatilin üzerinden bir ay geçmişti ve bu bir ay içinde ya o benim yanıma gelmişti ya da ben onun yanına gitmiştim. Oraya gittiğimde evimizde kalmak bile içimi ısıtıyor ve buraya gelince garip bir boşluk hissediyordum. Brandon buradayken de buradaki dairemin havası değişiyor daha çok bir yuva gibi oluyordu. Ama o gittiğinde de kasvetli bir hava kaplıyordu içeriyi.

Derin bir iç çektim ve elimi karnımın üzerinde birleştirip camdan New York’un görünüşüne baktım. Buradaki işlerimin bir an önce bitmesini ve Brandon’ın yanına evime dönmeyi deli gibi istiyordum. Buna rağmen Brandon’ın bir parçasının benimle olduğunu bilmekte ayrı bir cesaret veriyordu ayakta durabilmeme…

Daha iki gün önce öğrendiğim gerçeği henüz Brandon’a söylememiştim. Bunu onun yanında, gözlerinin içine bakarak söylemek istiyordum. Onun heyecanını görmek ve tepkisini izlemek istiyordum.

Dudaklarımda oluşan gülümseme ile bakışlarımı karnıma indirdim. Regli dönemimin iki hafta gecikmesi üzerine eczaneden aldığım testi yapmıştım ve sonucun pozitif olduğunu görmek beni deli gibi sevindirmişti. Gerçekten ikimizin bir çocuğu olacaktı ve inanıyordum ki bu çocuğa ikimizde tutunacak ve evimizin gerçekten yuvaya dönüşmesi mutluluğu daha da arttıracaktı.

Belki de Lisa haklıydı. Hesaplarıma göre yanılmıyorsam beraber geçirdiğimiz bir haftalık tatil sürecinde hamile kalmıştım. Brandon gerçekten bir çocuk istiyordu ve bunun için her ne kadar korunalım desem de korunmamıştık. O bunu bir şekilde engellemişti. Tanrım! Bu adam istediği her şeyi elde ediyordu. Gülerek başımı salladım.

“Seni bu kadar mutlu eden ne Ashley?”

Gelen sesle düşüncelerim bölündü ve başımı çevirip arkama baktım. Marcus… geldiğini duymadığım gibi kapıyı çalışını da duyamamıştım.

“Geldiğini duymamışım. Bir sorun mu var?”

Buraya döndüğümden beri aramızdaki ilişki sanki boyut değiştirmişti. Bariz bir şekilde babamın yerini almaya başlamıştı. Kendimi ailemin yanında, sırtımı dayayabileceğim biri varmış gibi hissetmeme neden oluyordu. Bana karşı büyük toleranslar gösteriyordu.

“Sadece çıkış saati geldi. Hala burada olduğunu duyduğumda bir sorun mu var diye bakmaya geldim, ama oldukça mutlu görünüyorsun?” diye konuşurken odanın içine girmiş kapıyı kapamıştı. Şimdi de koltuklardan birine oturmuş ceketinin ön düğmelerini açmış ve bacak bacak üstüne atarak gülümseyerek bana bakıyordu.

“Sadece… Ben…”

Sözcükleri toparlayıp söyleyemiyordum. Tanrım! Bu kadar zor olmamalıydı. Derin bir nefes aldım ve Marcus’un karşısındaki koltuğa gidip oturdum. Sırtımı dikleştirdim ve ellerimi karnımın üzerinde birleştirerek Marcus’a baktım. Kaşlarını kaldırmış merak içinde bana bakıyordu.

“Hamileyim…”

Dudaklarımdan sadece bu tek kelime çıktı. Düzgün anlaşılır bir cümle kurmayı tercih ederdim ama bazen bazı şeyleri anlatmak için kelimeler yetersiz kalır ya işte öyle bir durumdu. Benimde yavaş yavaş ailemden biri olduğunu hissettirmeye başlamış olan adama karşı bunu nasıl dile getireceğimi bilmediğimden kelimelerim yetersiz kalmış ve tek bir seferde söyleyivermiştim.

“Ne? Ciddi misin?”

Marcus’un bir anda yüksek sesle söyledikleri beni huzursuz etmişti. Sanki sevinmemiş gibi görünüyordu. Ahh Ashley… Kendini bu kadar kandırdın yeter, asla senin gerçekten ailen gibi olamayacak. Sevinmedi bile…

İçimdeki garip huzursuzluk düşüncelerimle artıyordu ve bu huzursuzluk yüzünden bir şey diyemiyordum. Sadece gözlerimi dikmiş Marcus’a bakıyordum. Marcus yerinden kalktı ve odanın ortasına ilerledi sonra bana döndü ve bana doğru gelerek önümde eğildi. Ellerini dizlerimin üzerine koydu ve gülümsedi.

“Ne yani şimdi bir bebeğin mi olacak? Ahh ne zamandır biliyorsun? Ne kadarlık? Doğum tahminine göre ne zaman olur? Brandon’a söyledin mi? Sevindi mi? Ne dedi? Konuşsana Ashley…”

Sorularını sıralamaya başladığı andan itibaren o kadar hızlı konuşmuştu ki gülmekten kendimi alamadım. Yanılmıştım. Marcus… Benim üveyde olsa amcam… Tek ailem… Kısmen tek ailem… Gülerek ona sarıldım.

“Ashley… Çok sevindim…” diye mırıldanması üzerine geri çekildim ve gülümseyerek sorularına cevap verdim.

“Evet, Marcus, bir bebeğim olacak. Henüz iki gün önce öğrendim. Beş haftalık hamileyim. Brandon’a söylemedim çünkü söylerken yanında olmak istiyorum. Telefondan söylenmez böyle şeyler değil mi?”

“Kesinlikle söylenmez…”

Marcus bir şey düşünüyormuş gibi gözlerini kıstı karşımda doğruldu ve yerine gidip oturdu. Elini saçlarının arasına götürdü ve sonra bakışları beni buldu.

“Bence işten ayrılmalı ve artık Brandon’ın yanına dönmelisin.”

“Ama buradaki işler…” derken Marcus sözümü kesti ve sanki hiç konuşmaya başlamamışım gibi konuşmaya başladı.

“Çok fazla çalışanımız var bunlardan birilerini senin işlerinle ile ilgilenmesi için senin yerine atayacağım. Bu kesinlikle güzel bir fikir... Zaten Brandon’la da uzun süredir ayrısınız. Evlisiniz ve ayrısınız. Bu zaten garipti. Şahsen ben evli olduğum kadının başka bir şehirde olmasını ve haftada iki gün görüşmeyi kaldıramazdım. Brandon sabırlı biri… İşte bu da bahaneniz olur… Ashley eşyalarını hazırlamaya başla… Hatta hemen havaalanını arayıp biletini en yakın zaman al… Zaten senin yanımda kalmanı istememin nedeni buradaki işlerden çok Brandon’a bu kadar koşulsuz güvenmenin sonucunda seni tekrar üzüp üzmeyeceğini görmekti ama görüyorum ki o senin üstüne titriyor… seni seviyor!”

“Marcus dur!” diyerek sözünü kestim. Bir insan nasıl bu kadar çabuk plan yapabilirdi şaşıyordum. Plan yapmakla kalmamış aynı zamanda sanki uygulamaya geçecekmiş gibi görünüyordu.

“Ne oldu?”

Şaşkın bir şekilde bir anda duruldu ve arkasına yaslanıp bana baktı. Kaşlarını kalmış, yüzüne sevimli bir gülümseme kondurmuş ve şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Bir anca gülümsedim onun bu tavrına. Derin bir nefes alarak konuşmaya başladım, sözümü kesmesini engellemeye çalışarak da elimi kaldırdım.

“Çok hızlı plan yaptın. Gerçekten bana ihtiyacının olmadığını düşünüyorsan giderim ama bu hafta sonu Brandon gelecekti zaten ve onunla kardeşinin düğünü için alışveriş yapacaktık. O yüzden hafta sonuna kadar buradayım hiç heveslenme bu kadar çabuk gidemem.”

“Tamam, sen yine de işten ayrılıyorsun. En azından dinlenirsin, kocanı da yorgun değil zinde karşılamış olursun.”

“Ama Marcus…”

“İtiraz yok Ashley. Muhasebeye hesabını kesmelerini söyleyeceğim!”

İç çekerek itiraz etmekten vazgeçtim. Zaten ne kadar edersem edeyim bir işe yaramayacaktı. Bu yüzden sessizce kabul edercesine başımı salladım. Oda gülümseyerek ayağa kalktı ve yanağımdan öperek odadan çıktı. Bir kez daha iç çektim ve sessizce eşyalarımı toparlamaya başladım. Üzerimi giyindikten sonra çantamı ve laptopumu aldım. Özel eşyalarımı yarın gelir alırdım. Eve gidince de Brandon’la konuşup bu hafta sonu onunla geri döneceğimi söylemem daha iyi olacak gibiydi. Marcus son derece ciddi görünüyordu.

Şirketten çıktığımda güvenliğin orada bir taksi gördüm. Oraya doğru ilerlerken elimdeki çantamı omzuma taktım ve laptop çantasının da uzun sapını omzuma taktım ve fermuarlı gözünden telefonumu çıkardım. Brandon’a planlardan bahsetmek zorundaydım.

Taksiye bindiğimde Brandon’ın telefonu çalıyor cevap vermiyordu. Israrla birkaç kere daha aradım ama yine cevap alamadım. Kolumdaki saate baktığımda henüz satın altı olduğunu gördüm. Bana toplantısı olduğu yönünde bir şey söylememişti. Acaba bir sorun mu vardı? Belki de son anda çıkmıştı bu toplantı. İç çektim ve taksiye gideceğimiz yerin adresini verdim.

Bakışlarımı yola çevirdim ve Brandon’ın telefonumu açmamasının sebeplerini kendimce üretmeye başladım. Aklıma gelen her kötü düşünceyi geriye yolluyordum. Kötü düşünmek canımı acıtıyordu bunun için onları arka plana atacak iyi şeyler düşünmeye çalışıyordum. Normalde bu kadar karamsar düşünmek huyum değilken garip bir şekilde içgüdülerim kötü şeylere yöneltiyordu beni…

Evin önüne geldiğimde taksinin ücretini ödedim ve arabadan indim. Binaya girdiğimde posta kutusundaki zarfları aldım ve daireme doğru çıkmaya başladım.

Eve gelince kapıyı açtım ve içeriye girdim. Ayakkabılarımı çıkarıp salona doğru ilerlerken elimde telefonu sıkı sıkıya tutuyordum. Brandon’ın çağrılarımı görüp bana dönmesi için bekliyordum. İç çektim ve derin bir nefes aldım. Laptop çantasını salona bıraktım ve mutfağa gidip yiyecek bir şeyler hazırladım kendime. Aslında canım hiç istemiyordu ama yemek zorundaydım. Bu seviyeden sonra benim isteklerim pek önemli değildi. Hamileydim ve bebeğim için yememe dikkat etmem gerekiyordu. İçimi büyük bir heyecan dalgası kapladı birden. Brandon o kadar çok, çocuk istediğini söyledikten sonra öğrendiğinde vereceği tepkiyi ciddi anlamda merak ediyordum.

Yemeğimi hazırladıktan sonra masaya geçip oturdum ve hızlı bir şekilde yemeye başladım. Garip bir şekilde içim sıkıntıyla dolmaya başlamıştı ki telefonum çalmaya başladı. Brandon… Sonunda geri dönüş yapmış beni arıyordu.

Hızla masadan kalktım ve çalan telefonumu salonda sehpanın üzerine koyduğum için kendime kızdım. Bütün yol boyunca sıkı sıkıya elimde tutmuşken niye salonda bırakmıştım ki yanımda mutfağa getirmek o kadar zor değildi.

Kimin aradığına bakmadan açıp, “Brandon?” dememin karşılığında karşımdan duyduğum ses ona ait değildi.

“Ashley benim Dean… Nasılsın? Sesin soluğun çıkmadı birkaç gündür?” Dean sesi kulağıma gelince gözlerimi kattım ve içimdeki rahatlamanın yerini eski endişeye bıraktı… Derin bir nefes aldım kendimi rahatlatmak adına ve telefon kulağımda mutfağa doğru ilerlerken Dean’e cevap verdim.

“İyim Dean. Sen nasılsın?”

“İyim bende… Brandon’dan telefon mu bekliyordun?” diye sordu ama sorarken bir şeylerle uğraştığı belliydi çünkü kağıt sesleri geliyordu.

“Evet, ulaşamıyorum. Telefonu çalıyor ama cevap vermiyor…”

“Hemen endişelenip kafanda bir şeyler kurma. Adam koca bir holdingde çalışıyor muhtemelen işlerinden dolayı cevap veremiyordur. Her neyse ben şey için aramıştım. Bugün Care davası sonuçlandı. Mahkeme vardı. Belki bilmek istersin diye düşündüm…”

“Ahh onu tamamen unutmuşum… Ne oldu? Bilseydim mahkemeye gelirdim.”  Dean ile konuşurken mutfağa gitmiş masaya oturmuştum. Salatadan bir lokma ağzıma attım ve Dean’ın konuşmasını dinlemeye başladım. Beni en azından bir süreliğine düşüncelerimden uzaklaştıracaktı.

“Kaçakçılık işinden dolayı peşinde olan adamlar, FBI’ın yardımları ile yakalandı. Bu konuda Kid Care’in ailesi oldukça yardımcı oldu. Her neyse… Şimdi asıl suçlular cezalarını aldılar ve hapse girdiler. Hâkim bütün suçlamalarımızı delillerle kanıtlayınca ve bu işin içine Brad Care’in ifadesi de girince dava sonuçlandı. İnanabiliyor musun Brad Care en başından beri bu kaçakçılık işinden haberdarmış. Bütün isimleri tek tek verdi bize. Babasının çalışma odasında yapılan arama da gerekli deliller toplandı.”

“Desene artık adımız tam anlamıyla temize çıktı. Neden Brad Care en başında tehditler savuracağına olayların o tarafını hiç düşünmemiş?” diye sorarken daha fazla yemek için zorlamadan kendimi tabağımı masadan kaldırdım.

“İnan ki bilmiyorum. Ah bir de şu seni vuran seri katil de yakalandı. Adam zaten aranan biriymiş ve hep bu adamlar tarafından tutuluyormuş o yüzden yakalanması zor olmadı. Anlayacağım hepsi tek tek yakayı ele verdiler. Zaten bunlar öyledir bilirsin, biri yakalandı mı anında konuşur diğerlerini de ele verirler. Çorap söküğü gibi geldi devamı…”

Dean’den dava hakkında öğrendiklerim normalde benim düşündüklerimden de fazlaydı. Ama sonuçlanmış olması da ayrı bir şeydi. Bu davayı deli gibi sonuçlanmasını isterken sonuçlanması kendimi inanılmaz boş hissetmeme neden oldu. Sanırım bu davaya bakmak isteyip de bakamamamdan kaynaklanıyordu.

Dean ile biraz daha konuştuk. Dava dışındaki konulardan… Hatta hamile olduğumu da söyledim. Artık birileriyle bu haberi paylaşmak istiyordum. Brandon’a ulaşamamak zaten yeterince canımı sıkarken bu haberin mutluluğunun ve heyecanının içimde kalmasını istemiyordum.

Dean’de aynı Marcus gibi tepki verdi. Önce telefondan bir süre ses gelmedi sonra yüksek sesle ne dediğimi sordu. Gülmeme engel olamamıştım. Sevindiğini, mutluluğunu her şekilde ifade edercesine konuşuyordu. Onunda heyecanlandığı belliydi. Cümlelerini düzgün kuramıyordu.

Dean ile bir süre daha konuştuktan sonra görüşürüzlerle kapattık telefonları. Ben yemek bulaşığını hızla yıkadım ve telefonu da alıp odama gittim. Üzerimi değiştirmeden bir kez daha aradım Brandon’ı…

Çaldı… Çaldı… Çaldı… Bir dakika boyunca çaldı ve sonra meşgule düştü…

İç çekerek telefonu komidinin üzerine bıraktım ve iç çamaşırlarımı alıp boynaya girdim. Hızla sıcak bir duş aldım ve çıkınca üzerimi giyindim. Saçlarımı fönle kuruttum ve telefonu elime alıp baktım… Aramamıştı… İç çektim ve bir kez daha aradım.

Yine çaldı… Ve çalmaya devam etti… Aradığımda hep çaldığı gibi çaldı ama cevap veren olmadı… Yine…

İç çekerek salona gittim ve koltuğa uzanıp televizyonu açtım. Ama gözüm sehpaya koyduğum telefondaydı. Televizyondaki olaylara dikkat etmiyordum, hatta sesini bile duymuyor gibiydim. Beynimse Brandon’ın telefonuna cevap vermemesine nedenler üretiyordu ve bu nedenlerin hiç biri beni mutlu edecek içimi rahatlatacak şeyler değildi…

Koltukta gözlerim kapanırken yatağa gitmek gelmedi içimden, olurda Brandon arada duymam diye rahat bir yerde yatmaktansa koltukta uyumak biran için iyi bir fikir geldi.

Uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken rüya görüyor olmanın bilinciyle hissediyordum rüyamdaki kaybedişi. Karanlık bir yolda arkasına bakmadan yürüyen Brandon, arkasından seslenmelerimi duymuyormuş gibi görünüyordu. Peşinden koşuyor… koşuyor… koşuyordum ama ona yetişemiyordum. Biran için durdu bana döndü. Yüzündeki gülümseme o kadar soğuk ve ulaşılmazdı ki kalbimin acıdığını hissettim. Elini uzattı tutmam için ve ona doğru koşmaya devam ettim. Elimi uzattım ama parmaklarımız birbirine değmedi hiç. Pes etmedim, koşmaya ona ulaşmaya devam etti. Bir an için tenini hissettim, sanki yanımdaymış gibi, benimleymiş gibi. Kokusunu aldım hemen arkamdaymış gibi… sıcaklığını, dokunuşunu hissettim her zamanki gibi belimden sarılıyormuş gibi… Gülümsedim, yanımda olmasa da yanımda olmasına alıştığım varlığına gülümsedim ama bir an onu hissettiğim yerler o kadar soğuk geldi. Buz kesmiş gibiydi.

Islak toprak kokusu aldım… yeni çapalanmış, yağmur suyunun karıştığı toprak kokusunu… içimde bir şeylerin acıdığını hissettim. Neden olduğunu bilmediğim bir şey dolayı acı çekiyordum. Sanki kalbimi benden almışlar ve ruhumla beraber uzaklarda gibiydiler.

Boşlukta gibiydi…

Birden yerimde sıçradım! Işığı açık olan oturma odasında kısık sesle televizyondaki telesatış programının sesi geliyordu. Üstümdeki tişört terden ıslanmıştı. Gözlerim duvar saatini buldu.

Saat sabah karşı ikiydi.

Bir insan rüyada olduğunu bildiği halde nasıl bu kadar kapılırdı rüyasına bilmiyorum ama içim sıkılmıştı birden. Elim telefona gitti. Brandon aramamıştı. Belki de çağrılarımı görmüş geç olduğunu düşünerek geri dönüş yapmamıştı, ama ben onun uyuyor olmasını önemsemeyecektim. Sesini duyma ihtiyacı ile Brandon’ın numarasını çevirdim. Kapalıydı!

Muhtemelen uyuyordu ve bu yüzden kapatmıştı ya da şarjı bitmişti. İç çekerek mutfağa yöneldim ve bir bardak su içtim. Odama giderek üzerime giyecek pijamalarımı ayarlayıp kendimi ılık bir duşa attım. Belki su düşüncelerimi atar, gerilen vücudumu gevşetirdi.

Duştan çıktıktan sonra üzerime pijamalarımı giyindim ve saçlarımın ıslak olmasını önemsemeden yatağıma yattım. Gözlerimi kapatmaya korkar haldeydim. İçimdeki bu rahatsızlıkla ve endişeyle uyuyamıyordum. Aslında sadece Charles’ı ya da Lucy’i aramam yeterliydi rahatlamak için ama bu saatte onları rahatsız edemezdim. Keşke… Keşke önceden onları arasaydım. En azından şimdi daha huzurlu uyuyor olacaktım.

Yatağımda yan dönerek yorganımı boynuma kadar çekip sarıldım ve yatağın içinde kıvrılarak gözlerimi kapıya diktim. İç çekerek kapanmaya başlayan göz kapaklarımla savaşmayı bıraktım. Tam gözlerimi kapatmış uykuya dalacaktım ki telefonum çalmaya başladı. Hızla yatağımdan kalkıp salona ilerledim. Anlamıyorum telefonu niye salonda bırakmıştım ki? Yanıma alsaydım şimdiye kadar açmıştım telefonu…

Salona girdiğimde lambayı yakmadan hemen koltuğun önündeki sehpaya gittim ve telefonu elime alıp arayana baktım. Dean… Kalp atışlarımın hızlanmasıyla içim garip bir duyguyla dolmuştu. Sanırım korkuyordum…

“Dean?”

Telefonu açarken sesimin titremesine engel olamamıştım ve ayaklarımın beni taşıyamayacağını hissetmeye başlamıştım. Dudaklarımı kemirirken karşıdan gelecek tepkiyi merak ediyordum.

“Ashley? Hemen hazırlanmaya başla. Üzerini giyin Washington’a gidiyoruz. Sebebini gelince söylerim. Havaalanından biletlerimizi aldım iki saat sonra uçağımız kalkacak bu yüzden oyalanma…”

“Ne oldu? Neler oluyor Dean?”

Duyduğum kapı kapatma sesinin ardından çalışan motor sesinden Dean’in arabaya bindiğini anlamıştım. “Gelince konuşuruz dedim. Hadi hazırlan! Oyalanma!”

“Peki, tamam…”

Dean’ın sözlerinden sonra tek söyleyebileceğim sessiz bir kabulleniş olmuştu. İçimdeki bu sıkıntı ve rüyamın ardından Dean’ın sözleri her şeyi açıklıyordu.

Sessizce oturduğum yerden kalktım ve odama gidip ışığı açtım. Bir kot ve uzun kollu bir badi giyindim. Üzerime polarımı aldıktan sonra çapraz olarak takabileceğim bir çantama gerekli olabilecek eşyalarımı koydum. Ardından çantamı alarak salona gittim ve Dean’ın gelmesini bekledim. İçimden bir ses de tekrardan Brandon’ı aramamı söylüyordu. Bu sese engel olamadan Brandon’ın numarasını çevirdim ve telefonu kulağıma koyarak çalmasını bekledim. Bu sefer çalıyordu telefon. Daha dakikalar önce aradığımda ulaşamıyordum ama şimdi çalıyordu… Ama açan olmadı. İç çekerek telefonu sehpanın üzerine koltuğa oturdum ve kapatmayı unuttuğum televizyondaki son dakika haberini izlemeye başladım.

Tam olarak duyduğum hiçbir şey yoktu, bilinçsizce bakıyordum televizyona, ta ki Brandon’ın adı geçene kadar… Hurdaya çıkmış arabaları gösterirken Brandon’ın adını söylüyordu spiker. Akşam saatlerinde çekilen görüntülerde ciddi bir kaza olduğu net bir şekilde anlaşılıyordu.

Brandon, trafik kazası mı geçirmişti?

Daha fazlasını duymamak için hemen televizyonu kapattım. Sanki duymazsam görmezsem gerçek olmayacakmış gibi geliyordu. Gözlerimi kapattım derin bir nefes alarak titreyen elimi telefona doğru uzattım ve her şeyin yalan olmasını dileyerek Brandon’ı aradım, bir yandan da dua ediyordum telefonu açsın sesini duyabileyim, her şeyin sadece benim hayal gücüm olduğunu söylesin diye. Telefonun çalan sesiyle beraber kalbim deli gibi atıyordu. Sanki bir maratona katılmış gibi koşmuş ve nefes almakta zorlanıyormuşum gibi hissediyordum ki bu da sesimi bulup konuşmamı engelliyordu.

“Alo?” Bu duyduğum ses Brandon’a ait değildi. Sesi sanki tanıyor gibiydim ama beynim çalışmayı bırakmıştı. Duymak istediğim tanımak istediğim tek ses Brandon’ın sesiydi.
“Brandon Veldone ile görüşecektim?” diye mırıldandım. Sesim fısıltıdan farksız, titrek çıkmıştı. Ama karşı taraftan derin bir nefes alma sesini duyunca beni duyduğundan emin oldum. Yoksa bunu tekrarlayacak gücüm kalmamıştı.

“Ashley, ben Charles. Şey… Brandon… Brandon kaza yaptı ve… Şu anda ameliyatta ve… Endişelenme lütfen… şimdilik bir haber bekliyoruz.”

Charles’ın söylediği her söz kalbime bıçak gibi saplanıp beni kendimden geçirircesine bir acı veriyordu. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladığında nefes almakta zorlanmaya başladım. Ne demek gerektiğini ya da ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ama bir şeyler demem gerekliydi bunun farkındaydım.

“Ta… Tamam… Ben… ımmmm… şey… bu gece geliyorum…”

Hayatımda ilk defa konuşurken kelimeleri toparlanmakta zorluk çektim. Dudaklarımdan düzgün bir cümle çıkaramadım ve kekeledim.

“Tamam…”

Charles’ın tek bir kelimesinden sonra kapatmam gerektiğini fark ettim ve telefonu kapatıp koltukta yanıma koydum. Koltukta arkama yaslandım ve ayaklarımı koltuğun üzerine koyarak kollarımı bacaklarıma doladım. Elim kolum bağlı, ondan millerce uzaktaydım. Yanında bile değildim. Acısını bile paylaşamıyordum. Onu göremiyordum. Yanındayım sevgilim diyemiyordum ve bu beni yok ediyordu…

Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama artık gözlerim acımaya nefesimin düzensizliğinden ciğerlerimdeki havanın yetmemeye başladığını hissetmiştim.

Kapının çalması benim bütün dikkatimi dağıttı ve hızla yerimden kalkarak kapıya gittim. Kim geldi diye bakmadan hemen kilitleri açtım ve kapıyı sonuna kadar açtığımda Dean’ı gördüm. Bana bakıyordu gözlerinde korku yerini almıştı.

“Geliyorum…” diye mırıldandım ve onun bir şey demesine fırsat vermeden salona gittim ve telefonumu çantama attım ve çantamı omzuma taktım kapının oraya gidip botlarımı giyindim ve montumu da elime alıp kapının arkasından anahtarı çıkardım ve kapıyı kapatıp kilitledim. Dean hızla merdivenlerden inerken sessizce hızlı bir şekilde peşinden inmeye başladım.

Arabayı binanın önüne park etmişti ve acele ile çalışır halde bırakarak yukarıya daireme çıkmıştı. Hemen ön kapıyı açarak bindim Dean’de arabaya bindiği gibi hareket etti.

Normalde bu konumda bu arabada olsam bu sessizlik boğucu gelebilirdi ama şimdi gelmiyordu. Zaten içimdeki acı yeterince boğucuydu ve arabadaki sessizliği düşünemiyordum.

Dean yolda ilerlerken Brandon’ın gülümseyen yüzü gözümün önünden gitmiyordu. İç çekercesine derin bir nefes aldım. Sanki her geçen an içimdeki acı beni öldürüyor gibi hissediyordum ve Brandon’ın yanına gidene kadar da bu histen kurtulamayacağımı biliyordum…

Havaalanına geldiğimizde Dean arabayı otoparka bıraktı ve hızla arabadan inerek girişe yürüdük. Montum hala elimdeydi üzerime giymemiştim ama gecenin soğuk ayazını da hiç hissetmiyordum. Bütün hislerimin kalbimde hissettiğim öldürücü derece şiddetli acıyla yok olduğunun farkındaydım.

Uçağı beklerken geçen süre boyunca ve bilet kontrolünde beklerken benim gibi Dean’de sessizdi. Onunda ağzından bir kelime bile çıkmamıştı. Gerçi durumumu anlayıp bu yüzden sustuğunun farkındaydım. Ne derse desin umursamayacağımı ya da duymayacağımı biliyordu. Beni tanıyordu yaşadığım şokun etkisinde olduğumu, içimdeki acının şiddetinin farkındaydı.

Uçağa bindiğimizde yerime oturdum ve kemerimi takıp başımı koltuğun arkasına dayadım ve yanaklarımdan akan yaşları umursamadan gözlerimi Brandon’ın o gülümseyen yakışıklı yüzünü görme umuduyla kapadım.

“Ashley?” diye Dean sesiyle gözlerimi araladığımda gözlerimdeki sızı tekrar kapatmama neden oldu. Başımı eğip ellerimi gözlerime bastırdım.

“Ne oldu?”

“İnişe geçiyoruz. Uçuş boyunca uyudun. Sanırım ağlamaktan sızdın demek daha doğru olur.”

Dean’e cevap veremedim, sadece başımı salladım. Uçak indikten sonra Dean’ın zoru ile montumu üzerime giyindim ve havaalanının dışına çıktık. Dean hızla bir taksiyi durdurdu ve beraber taksiye bindik. Hangi ara öğrendiğini bilmediğim hastanenin adını verdi. Taksi hız sınırlarını açmadan ilerlerken bende şehrin yeni aydınlanmaya başlayan havası içinde görünümü izledim. Aslında sadece baktım. Boş boş… Baktığım hiçbir şeyi görmüyordum. Sadece bakıyordum. Çevremdeki şekilleri beynim artık isimlendiremiyor, seçemiyordu. Her baktığım yerde Brandon’ı görüyordum.

“Ashley geldik.”

Dean’ın sesiyle bakışımı ona çevirdim. Başımı salladım ve taksiden indim, Dean’de taksinin ücretini ödedi ve hastaneye doğru ilerleyen yolda yanımda yürüdü. Yol o kadar uzun görünüyordu ki gözüme sanki hiç hastaneye yaklaşamıyormuşum gibi hissediyordum. Birden kolumda bir el hissettim ve birinin beni durdurduğunu hissettim. Bakışlarım önce kolumu sonra kolun sahibini bulduğunda yanımda Dean’ın varlığını ilk defa somut olarak hissettim.

“Ashley, biliyorum acın tartışılamayacak kadar büyük ama unutma Brandon’ın senin desteğine ihtiyacı var. Güçlü olmak zorundasın. İnatçı olmak zorundasın ki onu yanında tutabilesin. Doktorlar ne derse desin ümidini kaybetme…”

“Dean… ben…”

Sözlerimin devamı gelmedi ve Dean’e sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. İçimdeki bütün acıyı atması umuduyla ağladım. Akan her yaşta biraz rahatlama aradım ama hiçbir şey değişmedi. Aynı acı içimde daha çok büyüdü sanki. Ama azalmadı ya da beni rahat bırakmadı.

Dean ile hastanenin içine girdiğimizde George’u gördük. Bir doktor ile konuşuyordu. Bizi görünce doktorla konuşmasını bitirip yanımıza geldi. Bir şeyler söyledi ama anlamadım. Hastanenin havası beni daha da bitirmişti sanki.

George ve Dean önden ilerlerken peşlerinden gittim. Aşağı kata ameliyathaneye doğru gitmek yerine yoğun bakım servislerinin olduğu yere doğru ilerlediler. Aslında bunları tamamen hastanenin duvarlarındaki tabelalardan okuyordum. En azından okuma dürtümü de acıyla gömmemiştim.

Herkes buradaydı. Alex koridorda yürüyordu. Lucy ve Betie oturuyordu ve Charles ise bir camdan odaya bakıyordu. Adımlarımı hızlandırdım ve hiç kimseyi görmeden Charles’ın yanına doğru gittim. Charles geldiğimi fark etti ve biraz kenara kayarak bakabilmemi sağladı. O an dünyanın gerçekten dönmeyi bıraktığını hissettim. Kalbimin sökülüp atıldığını, ruhumun beni terk ettiğini hissettim.

Brandon bir sürü makineye bağlı bir şekilde yatıyordu. Burnundan kablolar çıkmıştı ve kolunun birinde serim diğerinde kan takılıydı. Yüzü bir ölü gibi beyazdı, ama başının sol tarafında siyah bir iz vardı sanırım dikişti. Gözünün sol kenarında morluk vardı. Aynı morluk çenesinde de vardı ve kim bilir daha nerelerinde yaralar vardı.

Elimi cama dayadım sanki ona dokunabilecekmişim gibi. Hıçkırırcasına bir nefes aldım.

“Bizi bırakma… Lütfen… Beni bırakma…” diye fısıldadım havaya doğru beni duyamayacağını bilerek…


***

İki gün… Koskoca iki gün geçmişti hastaneye geleli ve bu süre boyunca Brandon’ın durumu hakkında bir değişme yoktu. Doktorlar devamlı yoğun bakıma girip çıkıyorlar ve her şeyin aynı şekilde ilerlediğini söylüyorlardı. Aslında ses tonlarında artık umutlarını kaybettiklerini fark edecek kadar tanıyordum insanları. Ama önemli olan benim umudumdu ve ben umudumu asla yitirmeyecektim.

Bu iki gün boyunca iki sefer ısrarlarımız üzerine Brandon’ın yanına girmeme izin vermişlerdi. Sadece beş dakikalığına… Ama bu o kadar kısa süreydi ki yetmeyeceğini biliyordum yine de itiraz hakkımın olmadığını farkındaydım.

Brandon’ın yanına girip onun elini tutmak yüzünde sağlam olan yanağına hafifçe dokunup kulağına yanında olduğumu fısıldamanın kendimi daha iyi hissettireceğini düşünmüştüm, ama bir işe yaramamıştı. İçimde belki bir tepki alırım diye umut beslerken hayal kırıklığıyla çıkmıştım. Hiçbir tepki alamamıştım. Fazla bir şey istemiyordum aslında sadece… sadece küçük bir el oynatması, göz kapaklarında bir kıpırdama bile yeterdi bana… En azından hala benimle olduğunu hissederdim, ama her geçen saniye benden biraz daha uzaklaştığını düşünmeme neden oluyordu. Her ne kadar içimdeki umuda tutunmaya çalışsam da iki gün boyunca büyük bir çoğunluğunu kaybetmiştim bu umudum ve şimdi içimdeki kırıntılı umut parçalarına tutunuyor onları bırakmıyordum.

“Ashley biraz dinlenmeye ihtiyacın var. Lisa ile bizim eve git, biraz uyu belki biraz Derek ile ilgilenerek de kendini biraz toparlayabilirsin. Burada böyle ayakta camın önünde beklemenin ne sana ne de Brandon’a bir faydası yok!”

Charles’ın sözlerini duyana kadar yanımdaki varlığını hissetmemiştim. Geldiğimden beri ne gözlerim Brandon’dan ayrılıyor ne de ayaklarım başka bir yere gidiyordu. Sanki bir saniyeliğine gözlerimi başka yöne çevirsem Brandon gidecekmiş gibi hissediyordum.

“Ben iyiyim. Burada bekley…”

Dean birden kızgın bir ses tonuyla sözümü kesti. “Hayır gidiyorsun. Kendini biraz düşünme zamanın geldi. İki gündür sesimi çıkarmıyorum ama yeter Ashley! Dinlenmeye ihtiyacın var. Brandon kendine geldiğinde ikinizin de iyi olduğunu görmeye ihtiyacı olacak!”

 İstemsiz gözlerim Dean’ın gözlerini buldu. Henüz buradaki kimse hamile olduğumu bilmiyordu ve eğer şimdi anlamadılarsa ben söyleyene kadar da anlamazlardı. Aslında bunu fısıltı halinde Brandon’ın kulağına fısıldamıştım ama bir sonuç elde edememiştim. Yine de belki beni duymuştur demiştim kendi kendime.

“İkiniz derken ne demek istiyorsun Dean?” diyerek araya girdi Lisa.

“Ashley hamile ve dinlenmeye ihtiyacı var. İki gündür perişan oldu burada.”

Dean’ın sözlerinin üzerinde herkesin gözlerinin bana dikildiğini fark ettim. Charles şaşkın, Lisa biliyormuşçasına gülümsüyordu. Betie ve George ise gözlerinde hüzünlü bir parıltıyla bakıyordu. Hüzünlü parıltıyla… Bebeğimi babasız büyütmek istemiyordum. Bu düşünceyle bakışlarım Brandon’ı buldu. Gözümde istemsiz süzülen yaş yanaklarımdan akarken Brandon’ın kalp elektrosunun bağlı olduğu makinedeki çizgilerin düzeni bozulmaya başladı. Birden nasıl veya neden dikkatimi çekmişti bilmiyorum ama gözlerim birden oraya takılmıştı. Çizgi önce hızlı bir şekilde zikzaklar çizmeye başladı daha sonrada yavaşlamaya başladı.

“Bir sorun var… Brandon…” diye fısıldadım elimi cama dayayarak ki o an Charles’ın da dikkatini çekmişti.

Kim dedi bilmiyorum ama bir sesin, “Doktoru çağırın!” dediğini duydum bağırarak.

Bense gözlerimi Brandon’dan ayırmıyordum. Ellerimin ikisini de yoğun bakım odasının camına dayamıştım ve neredeyse gözlerimi bile kırpmadan bakıyordum Brandon’a. O an zamanın durduğunu hissettim. Makineden dümdüz ilerleyen çizgiyi görmek bütün dünyamı yok etmişti. Gözlerimden yaşlar sel gibi akarken ayaklarım beni taşımıyor gibiydi. Dünyanın gözlerimin önünde karardığını yok olduğunu ve her şeyin bittiğini hissettim. Ruhumun beni terk ettiğini ve giderken de içimde bulunan bütün her şeyi aldığını hissettim. Koca bir acıyı geride bıraktığını hissettim. O an tek gördüğüm şey doktorların telaşla içeriye girmeleri ve gözlerimin önündeki görüntünün önce bulanıklaştığı sonra tamamen karardığıydı… Biran için adımı duydum… Birinin bana seslendiğini… Hayır! Bağırdığını duydum…


***

Hani rüya gördüğünü bilirsin ama uyanamazsın ya öyle bir durumdaydım. Çevremdeki sesleri duyuyordum bu da bilincimin yerinde olduğunu gösteriyordu, ama gözlerimi açıp içinde bulunduğum karanlıktan çıkamıyordum ve bu karanlıkta sadece Brandon’la ben vardım. Bir rüyaydı bu… Brandon’ın durumunu biliyordum, şuanda o yataktan kalkıp yanımda ayakta duramayacak kadar yaralıydı. Ama işte buradaydı… Karşımdaydı! Ama farklı bir şeyler vardı… Gülümsemiyordu… Gözlerinde hüzün vardı… Mutluluk saçan gözlerle bakmıyordu. Donuk bakıyordu! Hiçbir duygu belirtisi olmayan gözlerle bakıyordu! Ardından hiçbir tepki vermeden arkasını dönüp gitmeye başladı. Peşinden gitmek istedim ama ayaklarımı yerinden oynatamadım…

“Brandon!” diye bağırdım ama beni duymadı. Hıçkırarak ağlıyordum… Bırakmamalıydı beni, bunu yapamazdı! Brandon beni bırakmazdı! Yapamaz değil yapmazdı! Dudaklarımdan ismi bir kez daha fısıltılı bir şekilde çıktı.

Karanlığın içinde hafiften bir ışık görmeye başladığımda karanlığın içinden çıktığımı fark ettim. Rüya aslında kabus olduğunu bilirken nasıl bu kadar inandırıcı olabiliyordu bilmiyorum… Ama gözlerimi araladığımda başımda Betie ile Lisa vardı. Betie elimi tutuyordu. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı bunu görebiliyordum. Ne yani gitmiş miydi? Beni… Bizi… Bebeğimle beni bırakıp gitmiş miydi? Gözlerimi kapatıp gözlerimden akan yaşları umursamadan gözlerimi sımsıkı yumdum. Kolumda hissettiğin ani bir acıyla gözlerimi açtığımda hemşirenin koluma iğne yaptığını gördüm. Gözlerim Betie’yi bulduğunda bir eliyle elimi tutarken diğeriyle yanağımı okşadı.

“Endişelenme sadece bir sakinleştirici…  Bir süre seni uyutacak, en azından birkaç saat, sen kendini biraz daha iyi hissedene kadar. Yanında olacağım… Seni bırakmayacağım…”

Betie’nin söylediği hiçbir sözün önemi yoktu benim için. Şuanda sözlerini önemseyeceğim tek insan benden ne kadar uzakta olduğunu bilmediğim bir odadaydı… Kablolara bağlı olarak yatıyordu. Gerçekten hala orada mıydı bilmiyordum bile…

“Brandon?” diye sordum sesim o kadar kısık çıkmıştı ki ben kendi sesimi zor duydum ama Betie beni duymuştu ya da duymasa bile ne sorduğumu anlamıştı.

“Tanrı’ya şükür hala bizimle…”

Derin bir nefes alarak yutkundum, ‘hala bizimle’ sözcüklerini beynimde evirip çevirdim. Altında başka şeylerin yatıp yatmadığını anlamaya çalıştım ama buna bilincim yetmedi, gözlerimi kapanmaya başlayıp bilincimi kaybederken duyduğum tek şey… Kimin söylediğini anlamadığım bir sesle “Brandon tam anlamıyla bir savaş veriyor. Kalbi on beş dakikalık süre içinde ikinci kez durdu!” oldu.

***

Gözlerimi araladığımda odada yalnızdım. Çevreme bakındım ve yalnız olmama şaşırmamaya çalıştım. Sonucunda Brandon’ın onların desteğine benden daha fazla ihtiyacı vardı. O an… Aklıma uyumadan önce duyduğun sözler geldi. Brandon’ın ikinci kez kalbi mi durmuştu? Yatakta yan döndüm ve ayaklarımı kendime doğru çekerek kollarımı bacaklarıma doladım. Gözlerimden akan yaşların yastığı ıslatıyor olması umurumda değildi. Şuanda yalnız olmak bile umurumda değildi. Hamile olmak da… Brandon yoksa hiçbir şeyin önemi yoktu benim için!

Şuanda yataktan kalkıp odanın dışına çıkmak ve herkese Brandon’ı sormak istiyordum. Deli gibi durumunu merak ediyordum, ama duyacaklarımdan da korkuyordum. Sadece tek bir kelime… Duymaktan korktuğum ve duymamak için her şeyimi verebileceğim tek bir kelime… İşte o benim yerimden kımıldamamamı sağlıyordu. Burada kalıp usul usul ağlamak, hiçbir şeyden haberin olmadan sessizce umutla iyi olduğunu duymayı hayal ederek beklemek o kelimeyi duymaktan daha iyiydi.

Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki kapının çalınıp açıldığın duymadım. Birinin koluma dokunmasıyla yerimde sıçradım. Bakışlarımı önümde bulunan vücudun üzerinde gezdirerek yüzüne çıktığımda karşımdakinin Dean olduğunu gördüm. Bakışlarımı yine yere çevirdim ve iç çektim. İç çekişim sanki hıçkırıyormuş gibi çıkmıştı.

Dean onu umursamadan davranmamı önemsemedi ve elini yüzümde gezdirdi. Islak yanaklarımda… Onun hareketlerine ne tepki vererek kımıldadım ne de bir şey söyledim. O da bir süre bir şey söylemeden öylece önümde ayakta durdu daha sonra yatağın kenarına oturarak ellerini kucağında birleştirdi.

“Bilmek ister misin bilmiyorum ama Brandon…” dediğinde sözünü kestim. Ardından geleceklerden deli gibi korkuyordum. Duymak isteyeceğimi ise hiç sanmıyordum.

“Sus… Dayanamam! Sakın söyleme… Lütfen…”

Sesimin birden yüksek sesle çıkıp sonradan alçalmasına ve fısıltı halini almasını önemsemedi. Sadece başı önüne ve derin bir nefes aldıktan sonra bakışlarını bakışlarıma kenetledi.

“Korkma! Brandon iyi…”

Sözleri dudaklarından kesildiği anda dünyanın bir anda dönmeye başladığını hissettim. Elim refleks olarak karnıma gitti ve gülümserken yanaklarımdan gözyaşları süzülmeye başladı.

“Hemen sevinme Ashley. Tamamen hayati tehlikeyi atlatmadı, ama iyi haber iki saat önce kendine geldi ve ağrıları çok olduğundan dolayı uyuttular. Bir süre daha uyuması onun için daha iyi olurmuş. Kaza anında bacağı kırılmış ve bu yüzden tekrar bir ameliyata girmesi gerekiyor. Şimdi ameliyata hazırlamaya başladılar. On beş dakikaya kadar ameliyata girecek,” diye açıkladığında dudaklarımdaki gülümse yerini koruyordu. İçimdeki mutluluk hat safhadaydı.

“Ama iyileşecek. Bizi bırakmayacak.”

Dudağımı ısırarak başımı önüme eğip iki elimi de karnımda birleştirdim ve gülümsememi sırıtmaya döndürdüm. Bundan emindim çünkü gerçekten kendimi tarif edilemez bir mutluluk içinde hissediyordum.

“Evet, iyileşecek, ama senin dinlenmen lazım. Neden eve gidip bir duş alıp biraz uyumuyorsun?”

“Hiçbir yere gitmiyorum!” siye sert bir şekilde konuştum. Buradan ayrılmanın düşüncesi bile kendimi kötü hissettiriyordu.

“Ashley, Brandon ameliyata girecek, sen beklemekten başka bir şey yapamayacaksın! Hadi seni eve bırakayım, duş al yemek ye sonra söz veriyorum beraber geleceğiz. Tamam mı?”

Haklı olduğunun farkındaydım ve her ne kadar burada beklemek istiyorsam da gidip duş alıp yemek yeme fikri o kadar cazip gelse de içimden yerimden kımıldamak, Brandon’ı o soğuk odada yanız bırakmak istemiyordum. Burada olmamı hissederdi. Beni bırakıp gitmezdi o!

İtiraz edecek gibi olduğumda “Herkes benimle aynı fikirde birkaç saat buradan uzak olmak sana bir şey kaybettirmez. Hem kendini değil bebeğini de düşünmen gerek,” dediğinde onaylamak zorunda kaldım.

Dean ile beraber George ve Charles’ı hastane de bırakarak eve doğru gitmeye başladık. Taksiye evin adresini verdim ve yol boyunca etrafı inceledim. Dudaklarımdan hiçbir kelime dökülmemişti ki zaten eve geldiğimizde de Dean taksinin üzerini ödedi ve beraber taksiden inip binaya girdik. Asansörle yukarıya daireye çıkarken içimdeki garip duyguyu tanımlayamıyordum. Bu eve Brandon’la girmeye veya onun bu evdeki varlığına o kadar alışıktım ki sanki içeride beni bekliyormuş gibi hissediyordum. İç çekerek kapıyı açtım. İyi ki anahtarımı yanıma almıştım. İçeriye girip ayakkabılarımı çıkardım ve Dean’ı salona yönlendirdim.

“Sen burada dur istediğini yap ben hemen bir duş alayım sonra da yemek yeriz…” diye acele bir şekilde söylendim. Bir yandan da salondan çıkıyordum.

“Ashley yavaş ol! Acele etmenin bir anlamı yok!” Dean’ın sesini arkamdan duydum o sırada yatak odasına giden merdivenleri çıkıyordum. Cevap vermeden direk odaya girdim ve kapıyı kapatıp banyoya girdim. Sıcak suyu açtım ve üzerimdekileri çıkardım.

Ilık suyun bu kadar rahatlatıcı geleceğini tahmin etmemiştim. Suyun vücuduma değdiği her nokta da sanki çivi saplanıyormuş gibi hissediyordum. Baya üşümüştüm ve hiç farkına varmamıştım.

Havluya sarınıp banyodan çıktığımda keyfimin biraz daha yerinde olduğunu hissediyordum. Odaya girdiğimde dolabın kapaklarını açtım ve altıma bir eşofman çıkardım üzerime de badi almıştım ve Brandon’ın kıyafetlerinin bulunduğu kısmı açarak polarını aldım. Üzerimde onun kokusunu istiyordum. Garip bir istekti belki ama istiyordum işte bir açıklaması yoktu…

Üzerimi giyindikten sonra saçlarımı kuruttum. Brandon gözlerini ilk açtığında beni bitkin görsün istemiyordum. Onu beklediğimi bilsin istiyordum. Acılarına destek olacağımı ve ihtiyacı olacağı zaman dimdik duracağımı bilsin istiyordum.

Saçlarımı kurutup topladım ve Brandon’ın polarını üzerime giyinip odadan çıktım ve aşağıya indim. Mutfaktan seslerin gelmesi üzerine mutfağa yöneldim. Dean mutfakta bir şeyler hazırlıyordu. Bu adam gerçekten mutfakta yetenekliydi.

“Sanırım geldin! Elimizdekilerle güzel bir sandviç yaptım, bununla idare edeceğiz, ahh en güzeli kahvemiz de var.”

Dean’ın sözlerine gülümseyerek yanına yanaştım o sandviçleri yapmaya devam ederken bende kahveleri hazırladım. Daha sonra beraber salona geçtik ve sessizlik içinde sandviçlerimizi yedik.

“Artık tamamen buradasın değil mi? Yani demek istediğim… New York’a dönmeyeceksin?” diye sordu Dean. Dean’ın sesi aramızdaki sessizliği böldü ve sorusu konuşmak için bir konu oldu.

“Evet. Artık düzenli bir hayat istiyorum. Sanırım biraz huzur ve sadece mutluluk… Aslında biraz da hep özlemini çektiğim yuvayı istiyorum.”

“Seni anlıyorum Ashley. Bunları hak ediyorsun… Yalnız Brandon’ın hemen toparlanmasını bekleme.”

“Ne demek istiyorsun? Brandon’ın durumu hakkında bilmediğim bir şey mi var?”

“Korkma… Sadece ciddi bir kaza geçirdi ve hemen ayaklanmasını bekleme demek istiyorum. Kendini toparlaması zaman alacaktır ki zaten ayağı bile uzun süre yürümesini engelleyecek.”

Dean’ın sözlerinin doğru olduğunu biliyordum. Bu konuda hiçbir şüphem yoktu. Ama yine de içimde onun yaşıyor olmasının bile yetecek olmasının verdiği mutluluğu yaşıyordum. Eğer ömrünün sonuna kadar bile yürüyemeyecek olsa umurumda değildi. Benimle olsun, yanımda olsun yeterdi.

Dean ile konuşmamız bittikten sonra ayakkabılarımızı giyindik ve evden çıktık.  Tekrardan taksiye binmek için yolun başındaki taksi durağına kadar yürüdük. Hastaneye, Brandon’ın yanına gidiyor olmak içimde inanılmaz bir heyecan yaratıyordu.

Taksiye binip hastaneye geldiğimizde Betie ve Alex’inde burada olduğunu gördüm. Halbuki biz giderken George ve Charles yalnızdı. Yanlarına gittiğimde Betie kalkıp bana sarıldı. George ise destek olurmuşçasına gülümsedi. Bir süre bekledikten sonra hemşire yanımıza geldi.

“Brandon Veldone’ın yakınlarısınız değil mi? Kendisini odaya çıkardık ve kendine geldi, görmek isterseniz görebilirsiniz. Yalnız yine de fazla yormamaya dikkat etmelisiniz!” Hemşirenin cümlesinin devamını dinlemeden George ile yukarıya çıktık. Ben uyurken, onu yoğun bakımdan çıkarıp aldıkları tek kişilik özel odaya almışlardı tekrardan ve George yerini bildiğinden dolayı onun peşinden gidiyordum.

Odaya geldiğimde George kapıyı açıp girdi ve ben içeriye giremedim. Ne göreceğimden emin değildim ve göreceğim şeyin içimi parçalamasını istemiyordum. Gerçi Brandon yoğun bakımda gördüğümde durumu daha kötüydü, odaya aldıklarına göre şimdi iyi olmalıydı. Bu düşünce ile içim ürperdi. İyi miydi? Tanrım! Ne kadar iyi olabilirdi ki? İç çektim ve başımı önüme eğip bir süre kapının kenarında bekledim. Sakinleşmek ve kendimi güçlü gösterebilmek adına derin derin nefesler alıyordum.

Kendimi biraz daha güçlü ve soğukkanlı hissedince odanın kapısını açıp içeriye girdim. Birkaç adım attığımda Brandon ile bakışlarımız kesişti. Başını yana çevirmiş bana bakıyordu. Gülümsedi ve bende gülümsedim. Ama gülümsemesinin hemen ardından kaşlarını çattı sonra yüzünü buruşturdu ve ardından gözlerini kapatıp yüzünü ifadesiz bir hale döndürüp derin derin nefesler almaya başladı.

Brandon’ın yanına doğru gittim ve tek sağlam yeri olan sağ yanağına dokunduğumda gözlerini açıp bana baktı. Dudaklarından tek bir kelime döküldü işte o kelime benim için dünyalara bedeldi.

“Sevgilim…”

~~~~~~*~~~~~~


Bu arada arkadaşlar, SBH şubat ayı bitmeden bitecek,bilginiz olsun sonra damdan düşer gibi final bölümü geldi demeyin =)

11 yorum :

  1. Senin bu son dakika gollerin beni bitirecek. Brandon yine huysuz hasta olacak . Allah Ashley'e yardım etsin. Gerçi hamile , Brandon iyi olur. Artık mutluluğa yelken açsınlar lütfen.
    Ellerine, yüreğine, kalemine sağlık. . .

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Mutluluğa yelken açmalarına çoooook az kaldı :) Huysuz hasta Brandon kısmını çok sevdim :D

      Teşekkürler yorumun için Nevincim :*

      Sil
    2. Rica ederim. Ben teşekkür ederim. Sakin hayatıma bu hikayeyle adrenalin yükledin ;)

      Sil
  2. Yaaaaaa offff çok kotusun ;) burada bitirilirmi. ama ben dedim inci önce yuzumuzu guldurup sonra araya bi eksin cakip kudurtur beni dedim aynende dedegim gibi oldu ashleyin hamileliği çok sevindim ama bu seferinin dogmasina izin verirsin diye düşünüyorum ;) gene muhteşem bir bolumdu Cnm eline sağlik bu hikaye bittiğinde napcam bilmiyorum offff ;)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ahahaha nasıl da tanımışsın beni :) evet bir ekşın gerekiyordu bence fazla sakindi bölümler :) bu hikaye bitince bende ne yapacağımı bilmiyorum ama bakalım belki yeni bir şeylere heveslenir belli mi olur :) ve evet bu sefer bu bebek doğmalı sanırsam değil mi ;)

      Sil
  3. Yaaa ama ben ashley vurulmasına bile bukadar uzulmedim yaaaa bide zurnanin zort dediği yerde bitti ağlamak istiyorum mm mm mm mm ;(

    YanıtlaSil
  4. Dün yazmayı unuttum. Artık şu hikayeni wattpad'de paylaşsan diyorum. Daha çok kişi okurdu ve belki sürpriz gelişmeler ;)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hmmm.... bilemedim ki paylaşsam mı? Aslında başta bir denedim paylaşmayı ama sonra uğraşamazmışım gibi geldi :/ o yüzden vazgeçtim paylaşmaktan ama buradan bitirdiğimde mi paylaşsam... bilemiyorum... bana bu hikaye çok acemice yazılmış, yetersiz gibi görünüyor nedense, burada paylaştığıma bakmayın :)

      Sil
  5. Ahh arkadaşım sanki herkes o platformda profesyonel. Ayrıca hikayene haksızlık etme gayet başarılıydı. Sen wattpad'de bir de benim hikayemi oku. Tamamen acemi. Ama sözüm olduğu için yazıyorum. Sen bir yayınla bak nasıl okunuyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Oyss çok fena gaza geldim =) haha tamam bu akşam yayınlamaya başlayacağım =)

      Sil
    2. Hadi bakalım merakla bekliyorum.

      Sil

Kitap ya da yazı hakkındaki görüşünüzü bizimle paylaşın