19 Mayıs 2014 Pazartesi

15 Eylül'de Ayaz - 1. Bölüm


“Hayatım istersen direk pencere kenarına yerleş olur mu? Ne anlıyorsan şu boş sokağı izlemekten!”

Eylül, gözlerini devirerek annesine baktı. “Ben seviyorum anne sokağı izlemeyi. Bir sakıncası mı var?”

“Ben biliyorum senin karın ağrını ama neyse…”

“Anne! Allah aşkına!”

Eylül, annesinin ne demek istediğini aslında gayet iyi biliyordu. Karşı komşusu Ayaz’ı kanlar içinde yerde buluşunun, daha doğrusu görüşünün üzerinden tam üç hafta geçmişti. Bu eve bir ay önce taşınmış ve gelen bütün komşular tarafından karşı komşularından uzak durmaları konusunda uyarılmışlardı. O kadar berbat bir adam olarak anlatılıyordu ki Ayaz, Eylül onu merak etmeye başlamış ve dedikoduların ana malzemesi olan genç adamı görmek için camda pineklemeye başlamıştı.
Onu görmüştü de. Beş iri yarı adamın arasında öldürülesiye dövülürken… Eylül, o an hissettiği dehşeti hayatındaki hiçbir şey ile kıyaslayamazdı. Önce polisi aramış, birkaç dakika sonra adamlar bir ölü gibi yere düşen Ayaz’ı bahçesinde bırakıp arabalarına binerek uzaklaştıklarında ise bir an tereddüt ettikten sonra annesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen karşıdaki evin bahçesine koşarak gitmişti.

Zorlukla açılan göz kapaklarının arkasından kendisine bakan yeşilimsi ela gözler. O gecenin Eylül’de bıraktığı tüm dehşete rağmen genç kızın en net hatırladığı şey buydu. Ayaz ona, onunla alay etmek istiyor gibi bakmıştı. Yardım ister gibi, yalvarır gibi, ölüyor gibi değil. Eylül o an genç adamın kendisi ile dalga geçmek istediğinden adı gibi emindi.

Acaba yaşıyor muydu? İçini ürperten derin bir nefes aldı. Neden bilmiyordu ama ölmesini hiç istemiyordu. Son üç haftadır ondan herhangi bir şekilde haber almamıştı. Eve döndüğünü de görmemişti. Annesi öldüğünden emindi çünkü ambulansa bindirilirken ölmek üzere olduğunu düşünmüşlerdi. Tabii kimse belaya bulaşmak istemediği için daha fazlası ile ilgilenmemişti. Sadece insanların onun ölmüş olmasını dilediklerini biliyordu. Onu daha tanımayan annesinin bile.

Çok acımasızcaydı.

Sokak lambalarının ışığına bir gölge düştüğünde oturduğu yerde heyecanla dikleşti. Hava yeni kararmış, şubat ayının son günlerinde kar yine her yeri beyaza bürümüştü. Karın üzerine atan bir gölgenin Eylül’ün kalbine bu denli ritim katacağını kim bilebilirdi ki? Neden bu kadar heyecanlandığını bilmiyordu ama garip bir şekilde Ayaz’ı görmek ve onun yaşadığını bilmek istediğini biliyordu. Onun görmek, onunla konuşmak ve neden kendisine öyle baktığını sormak istiyordu.

O gözleri yeniden görmek istiyordu.

Yutkunarak gölge sahibinin ışığa çıkmasını bekledi. Ve işte oradaydı… Rahatlayarak gülümsedi. Oradaydı. Yaşıyordu. İçine sıcak bir heyecan yayıldı. Yaşıyordu. Tanık olduğu anlar bir adamın son anları değildi… Birisinin hayatını kurtarmıştı. Eğer, Eylül onu görmese, şüphesiz sabah insanların bulacağı tek şey Ayaz’ın cesedi olacaktı. O adamın Eylül’e kesinlikle bir teşekkür borcu vardı.

Cama yaklaşarak daha dikkatli baktı. Üzerinde, onu buldukları gün giydiği siyah tişörtle kotundan başka bir şey yoktu. Kaşlarını çattı. Hastanede kimse temiz bir şeyler götürmemiş miydi bu adama? Ayaz’ın yürümekte biraz da olsa zorlandığını da görebiliyordu. Bahçe kapısını açmadan önce demirlere tutunarak bir an durakladığını gördü. Sırtı ona dönüktü ama öksürdüğünü fark edebilmişti. Eh, bu havada böyle dolaşırsa zatürre olmazsa kendisini şanslı saymalıydı.

 Dikkatle onu izlemeye devam etti. Bir süre daha demire eğilmiş bir halde orada durduktan sonra, bahçe kapısını açtı ve yeniden kapatmaya gerek duymadan sendeleyerek evine doğru yürümeye devam etti. Sarhoş muydu?

Eylül kendini tutamadan, “Yok artık!” deyiverdi. Muhtemelen hastaneden yeni çıkmıştı ve sarhoş mu olmuştu?

“Bir şey mi dedin?”

Eylül olduğu yerde sıçrayarak annesinin dikildiği kapıya doğru döndü.

“Aklımı çıkardın anne!”

Annesi ona küçümser bir bakış attı. “Akıl mı var sende çıkacak. Ne konuşuyorsun öyle kendi kendine?”

“Konuşmuyorum ki…”

“Ne demek konuşmuyorum! Duydum işte, ‘Yok artık’ diye cıyakladın ya,” dedi. Yok artık derken kızının berbat bir taklidini yapmıştı. Eylül, yıldızının asla barışmadığı annesi ile şu an bir tartışmaya daha girmek istemiyordu. “Ha, şey… Bir kedi koskoca ağacın tepesine çıkmış. Atlayıverdi oradan öyle. Ona şaşırdım ben de.”

Hasret, Eylül’e ters bir bakış attı. Bu bakışlar artık klasikleşmişti. Annesi Eylül’ü bir nedenden tam olarak hayatına dahil edemiyordu. Eylül’ün asıl şaşırdığı şey, onu hala çok sevebiliyor olmasıydı. Hoş, annesinin onu sevdiğini de biliyordu. Hem seviyor, hem de kızıyla düzgün geçinebilmek adına zerre kadar çabalamıyordu. Çünkü o garip bir kadındı.

Fazla garip.

“Ben yatıyorum. Sen de yat uyu artık.”

“Tamam, yatacaktım zaten birazdan.”

Eylül, sabırla annesinin kapıdan çıkmasını bekledi. Kapısı kapanır kapanmaz da yine pencereye uzandı. Ayaz’ın çoktan içeri girmiş olacağını düşünüyordu ama hayır, hala oradaydı. Karlı merdivene oturmuş, başını dizlerine dayadığı ellerinin arasına almıştı.

Sarhoşluktan mıydı yoksa hastalanmış mıydı? Neden bu kadar merak ediyordu?

Kendi kendini tekmelemesi mümkün olsa bunu şu an yapardı çünkü içinde bir yerlerde yanına gitme isteği duyuyordu. Bu kadar berbat anlatılan bir adamın yanına, gecenin bu saatinde gitmek… Ah, hayır.

Camdan uzaklaşarak perdeyi çekti. Hayır, bunu yapmayacaktı. Yatağına çökerken seneler sonra ilk kez tırnaklarını kemirdiğini fark etti. Bu kadar endişelenecek ne vardı? Bu kadar heyecan yapıp yanına gitmek istemesine sebep olacak ne vardı ki? Bir çift aptal, güzel ela göz ve alaycı bakışlardan başka... O an kopkoyu görünen o alaycı gözleri hatırladığında gözleri yeniden cama kaydı. Yüzü kanlar içindeydi ama yine de ne kadar da güzeldi.

Saçmalıyordu.

Ayağa kalktı. Ne olmuş yani? Her zaman mantıklı olmaya çalışmıştı. Bir kez olsun saçmalayamaz mıydı? Buna hakkı yok muydu?

   Bir yandan kendisini ikna etmeye çalışırken bir yandan da kendisine küfrederek perdesini açtı. İşte, hala oradaydı. Aynı pozisyonda oturmaya devam ediyordu.

Ah… Kahretsin. Onun yanına gidecekti. Evet, bunu yapacaktı. Ne zaman bu kadar cesur ya da aptal olmuştu hatırlamıyordu ama oraya gidecekti. Annesinin yattığını düşünmesi için ışığını söndürdü ve ciddi bir aptallık yapmıyor olmak için kısa bir dua etti.

Hırkasına uzanırken heyecandan elleri titriyordu. Bir an için tereddüt ederek çantasına uzandı ve iki yıl önce taşımaya başladığı biber gazını hırkasının cebine attı. Balkon kapısından çıkmadan önce eli küçük battaniyesine uzandı.

Evet, kesinlikle tam bir aptaldı.

Alçak balkonlarından atlamak ya da tırmanmak çok zor değildi. Açıkçası ilk günlerde bu onu biraz korkutmuştu ama birkaç hafta sonra bunu da umursamamayı öğrenmişti.

Zaten hayatının temeli bunun üzerine kuruluydu: Umursamamak… Bir umursamaya başlarsa, tepetaklak olması işten bile değildi.

Ayağının altında eriyen ince kar, çorabını ıslattığında ayağında hala evde giydiği pofuduk, tavşan terlikler olduğunu hatırlayarak suratını buruşturdu. Şahane!

Geri dönemeyeceğine göre, bunun için yapabileceği bir şey yoktu. O yüzden derin bir nefes alıp, battaniyesini sıkıca kavrayarak kollarını göğsünde bağladı ve bahçelerinden dışarıya çıktı.  Kafasını hafifçe yana eğdiğinde aradaki ağacı görüşünden çıkarmayı başarabilmişti. Orada aynı şekilde oturmaya devam ettiğini gördüğünde tedirgin olduğu hissetti. Hem onun için, hem de kendisi için… Etrafına baktı. Gecenin on biri olmuştu ve böyle soğuk bir gecede kimse dışarıda değildi.

Ondan ve mahallenin kötü adamından başka…

Tuttuğu nefesini vererek, komşu bahçeye doğru birkaç temkinli adım attı. Ayağının altında ezilen karlar gecenin sessizliğinde oldukça gürültü çıkarıyordu. Ayaz’ın da bu sesi duymuş olması gerektiğini düşündü ve hala evinin önündeki merdivenlerde oturmakta olan genç adama bir bakış attı. Tepki yoktu.

Birkaç adım daha atarak bahçe kapısının orada durdu. Tamam, daha fazla ilerlemeyecekti. Bir an için boğazını temizlemeyi düşündü ama beceremedi.  Ne diyeceğini bilemeyerek orada dikilirken onu neyin beklediği hakkında bir fikri yoktu.

“Gelmeni bekliyordum.”

Eylül küçük bir çığlık atarak geriye doğru sıçradı. Onunla konuşan Ayaz’dı. Elini farkında olmadan bir anda ritim değiştiren kalbinin üzerine koydu. Aklı çıkmıştı.

“Ben… Anlamadım,” dedi kekeleyerek. Bekliyorum da ne demekti? Daha onu tanımıyordu ki!

Ayaz yavaş bir şekilde başını kaldırarak Eylül’e baktı. Bu Eylül’ün nefesini tutması için yeterli olmuştu. İkinci kez göz göze geliyorlardı. Gecenin karanlığında gözleri ilk gördüğü halinden dahi koyu gibi gelmişti ona. Korktuğunu ama daha çok heyecanlandığını hissederek kaskatı bir şekilde olduğu yerde durmaya devam etti. Aralarında yedi, sekiz adımlık bir mesafe vardı. Eylül, Ayaz’ın bakışlarına öyle kenetlenmişti ki genç adamın dudakları arasından yükselen buharı görmeseydi konuştuğunu fark dahi edemeyecekti.

Bir şeyler söylediğini görünce kendi kendine utanarak kızardı. Şükürler olsun ki hava soğuktu…

   “Daha önce gelmiştin,” diyordu Ayaz. “Seni tanıyorum.”

Aptal heyecanından utanan Eylül, genç adamın yakışıklı yüzüne baktı. Sokak lambasının aydınlattığı merdivenlerde otururken Eylül’e yansıyan görüntüsünü tanımlamak için ‘yakışıklı’ biraz zayıf kalmıştı belki ama şu an daha iyisini düşünecek durumda değildi. Oysa onun hakkında pek çok şey duymuştu ama kimse yakışıklı olduğundan bahsetmemişti. Misafir ettiği kızlardan birisinin onun için, “…ama yine de fena görünmüyor,” dediğini hatırladı. Arkadaşı da ona “Dünyada benzeri olmasa ne yazar,” diye yanıt vermişti. Eylül, şu an bundan daha iyi yanıtlar verebilirdi.

“Tanıyor musunuz?”

Ayaz tek kaşını kaldırdı. “Sürekli olarak evini gözetlediğin bir adama ‘siz’ diye hitap etmen biraz komik olmadı mı?”

“Ah.”

Eylül’ün buna verebileceği daha iyi bir yanıt yoktu. Onu gözetlediğini biliyordu ama nasıl? Ve Eylül bundan daha fazla utanabilir miydi? Yanıt vermek istedi ama ağzını açıp yeniden kapatmaktan fazlasını yapamadı. Konuşmaya fazla hızlı bir giriş yapmışlardı. Oysa Eylül’ün aklındaki konuşma, genç adama iyi olup olmadığını sorması, Ayaz’ın ona teşekkür etmesi ve evlerine gitmeleri ile son buluyordu. Ayaz’ın dudağının bir kenarının hafifçe yukarı doğru kıvrıldığını gördü. Ona gülüyordu!

“Utanmana gerek yok. Şanımın hızlı yayıldığını biliyorum. Muhtemelen ilk günden sen de duymuşsundur. Gözetlemen dert değil yani.”

“Gözetlemiyordum.”

Eylül, otomatik olarak devreye giren savunma mekanizmasına küfrederek dilini ısırdı. Tabii ki gözetliyordu ve belli ki karşısındaki adam, bunun son derece farkındaydı. Nasıl fark ettiğini ise öğrenmek dahi istemiyordu.

“O gece geldin. Şimdi de geleceğini düşündüm,” dedi Ayaz üstelemeden. “Benim sana bir teşekkür borcum var. Nadiren birilerine teşekkür eden bir adamım ama…” Alaycı bakışlar, yerini son derece ciddi ve Eylül’ün adını koyamadığı bir duygu ile kararan bakışlara dönüşmüştü. Öyle bir ifadeydi ki Eylül bir an için üşüdüğünü hissederek hırkasına sıkıca sarıldı. Ayaz, tamamen ona odaklanmıştı. “Teşekkür ederim, geldiğin için.”

Eylül yanıt vermeden önce boğazını temizlemek zorunda kaldı çünkü sesini bulması sandığından uzun sürmüştü.

“Sadece yapmam gerekeni yaptım.”

Ayaz hafif bir şekilde gülümsedi. Eylül nefesini tuttu.

“Herkes yapması gerekeni yapmaz.”

Eylül’ün omuz silkmekten başka verebileceği bir yanıt yoktu. Bu adam, çok güzel gülümsüyordu. Genç adamın bakışlarının elindeki battaniyeye kaydığını, daha sonra yeniden ona döndüğünü gördü. Tek kaşını kaldırmıştı.

Eylül, yine kendin bir aptal gibi hissediyordu. Ama battaniyeyi görmezden gelmedi.

“Şey, ben… İyi değilseniz… Yani iyi değilsen, yardım gelene kadar seni sıcak tutacağını düşünmüştüm.”

Eh, resmi bir şekilde konuşmaya çalışmasının bir anlamı yoktu.  Genç adamın tepki vermesini beklemeden battaniyeyi ona doğru fırlattı. Bu hareketinin Ayaz’ı şaşırttığını genç adamın bakışlarından anlamak pek zor değildi ama battaniyeyi yere düşmeden önce yakalamıştı. Soran gözlerle Eylül’ e baktı.

Eylül, soğuktan iyice kızaran burnunu çekti. “Hava gerçekten soğuk…”

Ayaz bir kez daha battaniyeye baktı. Ama üzerine örtmek yerine onu elinde tutmaya devam ederek yeniden genç kıza dönmüştü. “Biliyorum.”

Sonrası sessizlikti… Ayaz konuşmadan genç kızı izliyor, Eylül ise ne diyeceğini bilemeden artık iyice sırılsıklam olmuş ayaklarına bakıyordu. Bir süre sonra başını yerden kaldırıp hala kendisine bakmakta olan Ayaz’a baktı. Genç adamın gözleri neredeyse anında onunkileri karşılamıştı. Yine.

“Sanırım gitmem gerek,” diye mırıldandı ve Ayaz’ın uzatamaya yeltendiği battaniyeye küçük bir bakış attı. “Onu daha sonra alırım.” Ve yanıt beklemeden arkasını dönüp hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Karların ayağının altında ezilişini dinlerken içten içe yanağını ısırıyordu. Onu yeniden görmek istediğini daha fazla belli edemezdi. Onu yeniden görmek istediğini kendisi bile bilmiyordu ki!

Ah, ama kesinlikle çok güzel gülümsüyordu. Hiç tam olarak gülümsememişti ama Eylül, o görüntüye kalbinin dayanacağından da emin değildi.

***

Ayaz, bahçe kapılarını sessiz olmaya çalışarak kapatan Eylül’ün arkasından bakmaya devam etti. Neden apar topar gitmişti ki? Belki onu korkutmuştu.

Genç kız görüşünden çıkarken elindeki battaniyeye bakıp öyle olduğunu düşündü. O battaniyeyi verecek kadar iyi yürekliydi ama yanına gelebilecek kadar Ayaz’a güvenmiyordu. Farklı olmasını da beklemiyordu zaten. Sadece gelmiş olduğu için bile şaşkındı Ayaz. Çok uzun bir süredir kimse tarafından umursanmamıştı.

Kendi kendine hafifçe iç çekerek ayağa kalktı ve küçük, krem rengi battaniyeyi sırtına atarak merdivenlerden yukarı çıktı. Soğuk evinin kapısını açmak için anahtarını eline alırken o battaniyenin sıcaklığını hissedebiliyordu. Kendisi bile fark etmemişti belki ama yıllardır ilk kez, gerçekten gülümsüyordu.

Eylül, hafif bir şekilde topallayarak kahvaltı masasını hazırlıyordu. Dün gece eve döndüğünde balkonuna tırmanması sandığı kadar kolay olmamış, bir kez karların üzerine düşmüş, ikinci denemesinde ise dizini balkonun kenarına çarpmıştı. Şimdi ise dizinde hatırı sayılır bir morluğu ve ağrısı vardı. Ama doğrusunu söylemek gerekirse kendisini kötü hissetmiyordu. Oraya gitmesinin doğru olduğuna inanıyordu artık. Gittiği için pişman olmamıştı ama eğer gitmeseydi şu an kendisini daha iyi hissediyor olmayacaktı.

Annesinin uykulu bir tavırla mutfağa girdiğini görünce topallamayı zorlukla da olsa kesti. İyi bir yalancı değildi ve annesinin dizine ne olduğunu sorması durumunda kızarmadan ya da kekelemeden başka herhangi bir yere çarptığına dair yalan söyleyebilmeyi beklemiyordu.

“Geldi mi karşıdaki adam?” diye sordu Hasret direk. Eylül, kendisine şaşkın bir bakış atınca da gözlerini devirdi. “Ne? Bütün gün adamın yollarını gözlemiyor musun?”

Eylül, oflamakla paniklemek arasında ciddi bir gelgite kapıldığını hissetti. “Yoo… Yani sadece merak ettiğim için bakıyorum. Biliyorsun,” boğazını temizledi. “Onu son gördüğümüzde pek iyi bir durumda değildi.”

Hasret, iç çekerek iki elini masaya koydu ve kızına doğru eğildi. Yüz ifadesi Eylül’e hoş şeyler söylemeyeceğinin habercisiydi.

“Bak Eylül, biliyorum bazen bana çok kızıyorsun. Mükemmel bir anne-kız ilişkimiz yok ve bazen hakikaten sana kötü davranıyorum. Ama ne olursa olsun sen benim kızımsın. Hiçbir zaman kötülüğünü istemedim. O yüzden beni dinle. O adamla her neden ilgileniyorsan. Unut gitsin.”

Eylül annesine anlamayan gözlerle baktı. “Sadece ölememesi için ambulans çağırdığım ve yaşayıp yaşamadığını merak ettiğim için mi böyle bir şey söyleme gereği duydun?”

“Ben aptal değilim. Onunla bir şekilde ilgilendiğin ortada… O yaralı bereli adamın neresi ilgini çekti bilmiyorum ama son üç haftadır cam kenarında yaşaya yaşaya bunu bana yeterince gösterdin. Tartışmak istemiyorum, Eylül. Sadece ne dediğimi aklında tut.” Kızına her zamanki sert bakışlarından birisini attı. “Ben kahvaltı etmeyeceğim. Giyinip çıkacağım. Gelinlik yetiştirmem lazım.”

Hasret, terzilik yaparak kızını okutuyor ve evinin kirasını ödüyordu. Babasından kalma küçük tuhafiyeciyi terziye dönüştürmüş, orada çalışıyordu.

Eylül, başını sallayarak onu onayladı ve saklayamadığı asık bir suratla sofraya oturdu. Ortada hiçbir şey yokken annesinin onu böyle uyarması ne kadar da saçmaydı.

Kendi kendine gözlerini devirdi. Kendini kandırmaya çalışırken acınacak haldeydi. Oysa şu an istediği tek şey, annesinin bir an önce çıkmasıydı. Böylece o da okula gitmeden önce gidip Ayaz’ın nasıl olduğunu görebilirdi.

Sanki aklından geçeni sesli söylemiş gibi dilini ısırdı. O Eylül’dü. Her zaman aklı başında, oturaklı ve sakin bir kız olmuştu. Şu son haftada iki çift göz ve bir gülümsemenin onu bu hale getirmesi utanç vericiydi.

Annesi hiçbir şey söylemeden kapıyı kapatıp çıktıktan sonra, onu bir de gündüz görmeyi planlıyordu. Üstelik dün ona geçmiş olsun demeyi bile unutmuştu. Yaptıkları kısa sohbetin, duyduklarından kaynaklanan korkusunu yenmesini sağladığını fark edebiliyordu. O korkuyu hissetmesinin zaten saçma olduğunu düşündüğü için bu çok da zor olmamıştı esasen.

Ayaz Güvener hakkında konuşan insanların, anlattıklarını daha heyecanlı kılmak adına hikayeye katkıda bulunduklarını fark etmek çocuk oyuncağıydı.

Annesinin meşhur şifa çayına elini atarken gülümsedi.  Bu berbat kokulu, içinde kırk çeşit ot bulunan çayı götürmek konusunda emin değildi ama yapabileceği başka bir şey de yoktu. Üstelik kabul etmesi gerekiyordu ki her ne kadar berbatta olsa gerçekten işe yarıyor ve insanın bedenini rahatlatıyordu.

Çayın dem almasını beklemek, kahvaltı edip bir de Ayaz’a uğramak muhtemelen okula geç kalmasına neden olacaktı. Son sınıf öğrencisi olan Eylül için geç kalmak ya da ders kaçırmak gerçekten nadiren gerçekleşen şeylerdi. Bunu gönüllü olarak yaptığı ise görülmemişti henüz. Bu gün tarihe not olarak düşülebilirdi.

Yediğinden de içtiğinden de hiçbir şey anlamadan kahvaltısını tamamladı. Bulaşıkları toparlarken o kadar hızlı davranıyordu ki eli ayağı birbirine karışmıştı. Demliğin kapağını kaldırarak şifa çayının durumunu kontrol etti. Evet, kokusu biraz da olsa yatışmıştı. Yani, yeterli kıvama gelmiş sayılırdı. Demliğin içindeki çayı büyük bir bardağa doldurup bir altlığa yerleştirdi ve hızlı bir şekilde kırmızı montunu giyip, beyaz atkı ve beresini taktıktan sonra çizmelerine uzandı ve nihayet giyinebilince de çayı bıraktığı yerden eline alarak dışarı çıktı.

Hava gerçekten soğuktu. Kış mevsimi, adının hakkını vermeye kararlı görünüyordu. Ama Eylül’ün hafifçe titremeye başlamasının nedeni soğuk değildi. Yine o garip heyecan midesinde düğümlenmişti. Yalnızca oraya gidecek olduğunu bildiği için…

Kendisini bir an için izlediği filmlerdeki aptal, aşık ve hiçbir şansı olmayan karakterler gibi hissederek gerildi.  Derin bir soluk alması gerekiyordu.

O ne aptaldı ne de aşık.

Omuz silkti ve yoluna devam etmeye karar verdi.

***

Son üç hafta içinde hayat, Ayaz için, uyumak, yemek yemek, banyo yapmak ve tuvalete gitmek gibi dört temel ihtiyaçla sınırlıydı. Hastaneden çıkmış olmasına rağmen bir süre daha bu düzeni sürdürmeyi düşünüyordu. Çocukluğundan beri kullandığı yatak odasında yatarken, beyaz olması gereken ama gri gibi gözüken perdelerine, kahverengi, eski mobilyalarına baktı. Burada olmayı seviyordu. Olmayı sevdiği tek yer burasıydı. Tüm o toz ve küf kokusuna rağmen.

Uzanıp dün genç kızın ona verdiği küçük battaniyeyi eline aldı. Dün geceki şaşkın halleri gözünün önünde canlanıp duruyordu. Ayaz, genç kızın ondan fazlası ile utandığını ve biraz da korktuğunu fark etmişti.

Yine de geldi, diye düşündü. Geleceğini düşünerek orada bekliyor bile olsa bir tarafı bunun saçmalıktan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Aslında neden bunu yaptığını bilmiyordu. Gelmesini istemişti. Gelmiş olmasını sevmişti. Birisi tarafından merak edilmeyeli o kadar uzun bir süre olmuştu ki bir yabancının bunu yapmasından çok… hoşlanmıştı.

Kızın adını bile bilmediğini fark etti. Onları taşınırken görmüştü. Sonra Çınartepe mahallesinin sakinleri tek tek onları ziyaret etmeye başlamıştı. Şu sıkıcı ve yapmacık hoş geldin muhabbetleri…

Yattığı yerde iç çekti. Dayak yediği gece genç kızın kendisine bakan yeşil gözlerindeki şaşkınlığı ve korkuyu hatırlıyordu.

Çok güzel olduğunu hatırlıyordu.

O gece olan tüm o saçmalıklara şahit olduğu kesindi. Nasıl dayak yediğini görmüş olmasından rahatsız olmadığını fark etti. Arada sırada böyle şeyler olurdu. Ayaz’ın çok fazla düşmanı vardı ve o da genelde onları sakinleştirmeye çalışmaz, ukalalığı ve kendini beğenmişliği ile onları tam anlamıyla çileden çıkarırdı. Bu durumda kimi zaman bu gibi durumlarla sonuçlanabilirdi.

Aslında teke tekte rakip tanımazdı. İkiye, üçe karşı tek olmaya da alışıktı ve hayli iyiydi de ama beşe karşı tek olunca dayak yemek kaçınılmaz oluyordu. Tabii bunun sorumluları kesinlikle cezalarını çekeceklerdi, o ayrı.

Kapının çalması ile intikam olayına kayan düşüncelerinden sıyrılarak kaşlarını çattı. Onun iyi niyetli ziyaretçileri olmazdı. Ayağa kalkıp kısaca bedenini esnettikten sonra aşağı inerek kapıya gitti ve delikten baktı. Gördüğü manzara karşısında şaşkınlıkla gözlerini açtı.

Gelmişti. Yine.

Eylül, derin bir soluk daha alarak kapısının açılmasını bekledi. Gittikçe gerildiğini hissediyordu. Kapının açıldığını bildiren tık sesi duyulunca son bir derin soluk aldı ve hızla gülümsedi. Ayaz’ın, onun gerginliğini kapının küçük deliğinden zaten gördüğünden habersizdi.

Hoş zaten o gülümseme de genç adamı tam olarak gördüğü anda yüzünde donup kalmıştı. Tebessümü yerini şaşkınlığa bırakırken gözlerini genç adama dikti.

Hiçbir şey söylemeden soran gözlerle ona bakan Ayaz’ın yüzü, geçmeye yüz tutmuş morluklarla kaplıydı. Gece karanlığında o morlukları fark edememişti. Ve daha önce gördüğünden daha güzel olabileceği hakkında da bir fikri yoktu. Tüm o morluklarına rağmen.

Ayaz genç kızın yüzündeki ifadeyi anlayamıyordu. Şaşkın, korkmuş, mutsuz ve mutlu görünüyordu. Aynı anda hepsi birden… Kızın konuşmak için bir işarete ihtiyacı olduğuna karar verip bir elini gözünün önüne getirerek salladı.

“Aloo, orada mısın?”

Hafifçe sıçrayarak kendisine gelen Eylül’ün yüzünde beliren ifade görülmeye değerdi. Ayaz, elinde olmadan genç kızın afallayışına güldü.

Eylül ise yerin dibine girmek istiyordu. Kapıya dayanmış olan Ayaz, daha ilk saniyeden onun şapşallığına gülüyordu. Ama bu şapşallık Eylül’ün suçu değildi. Kimse basit bir siyah
tişört ve eşofman altı ile bu kadar iyi görünmemeliydi. Boğazını temizledi. Genç adamın yüzüne bakmakta zorlanıyordu. Gülmek ona kesinlikle çok yakışıyordu. Kızaran yanaklarını içten ısırarak “Affedersin,” dedi ve son derece mekanik bir hareketle elindeki çayı uzattı.

“Bunu sana getirmiştim. Annemin şifa çayı… Rahatlatır.”

Ayaz, kendisinden başka her yere bakmakla meşgul olan genç kıza dikkatle baktı. Kızın güçlü bir hissin etkisinde olduğu her halinden belliydi. Bunun farkında olup olmadığını bilmiyordu ama bardağı tutan elleri hafifçe titriyordu. İki seçenek vardı, genç kız ya heyecanlıydı ya da korkuyordu. Ayaz içten içe ikincisi olmamasını diledi. Ve uzanıp bardağı alırken kasıtlı olarak genç kızın parmaklarına hafifçe dokundu. Buz gibiydi.

Kız ellerini hızla çekerek arkasında birleştirdiğinde, hissettiği şeyin korku olduğuna karar verdi. Bunun kendisini öfkelendirdiğini hissetmişti. Genç kızın ondan korkmak için fazlasıyla sebep olabilirdi bekli ama korkuyorsa gelmemeli, geliyorsa korkmamalıydı. Bu kadar basit.

“Sağ ol,” dedi donuk bir sesle. Kızın nazik bir şekilde başını eğmesini izledikten sonra, elindeki bardaktan yükselen berbat kokuyu aldı ve suratını buruşturdu. Genç kız bunu anında fark etmişti.

“Kötü kokuyor ama işe yarar, gerçekten.” Ayaz, bir kıza bir de elindeki bardağa baktıktan sonra, gözlerini Eylül’den ayırmadan, soğuk havanın ılıklaştırdığı berbat kokulu çayı kafasına dikti.

“Tüm çayı içtiğinde içinde öğürme isteği belirmişti. İnleyerek bardağı yeniden altlığa koydu. Elindekini genç kıza uzatırken bedeninden bir ürperti geçti. Yediği dayak bile bu çaydan daha lezzetliydi. Suratını buruşturdu.

 Kızın bardağa uzanırken hafifçe güldüğü duydu ve başını kaldırarak ona baktı. Bunun çok güzel bir ses olduğunu düşünmüştü. Gülümseyince genç kızın yüzünde oluşan keyifli ifadeyi içine çekti. Ve o an hayatı boyunca görebileceği en güzel yüzün karşısındaki olduğuna karar verdi. Kendisini de gülümserken bulmasının nedeni bu olmalıydı.

Genç kız gülümsemeye devam ederken. “Umarım iyi gelir,” dedi ve kafasını kaldırıp Ayaz ile göz göze geldi. Neşeli gülümsemesi hafif bir tebessüme dönüşürken gözlerini Ayaz’ın gözlerinden kaçırmamıştı.

 “Adın ne?” diye sordu Ayaz. Hala onun adını bilmediğini yeni hatırlamıştı.

 “Eylül…”

Ayaz, tek kaşını kaldırdı. “Nisan derdim.”

“Efendim?”

 “Sana illa aylardan bir isim koyacaksam… Nisan derdim.”

Ayaz, Eylül’ün onu anlamadığına dair bir iddiaya girebilirdi. Güldü. “Gözlerin. Yeşili öyle güzel ki... Nisan derdim.”

 “Ah…” Eylül ne diyeceğini bilemeyerek gülümsedi ve kendisini ayaklarına bakarken buldu. Bu soğuk havada bile yanaklarının yanmaya başladığını hissedebiliyordu. Yine de bir an sonra omuz silkmeyi ve yeniden genç adama bakabilmeyi başarmıştı.

“Adımı seviyorum.”

“Güzel bir isim olmadığını iddia etmedim.”

Karşılıklı olarak birbirlerine gülümsediler. Hemen sonra ise Eylül, Ayaz’ın sabah ayazında, yine, sadece bir tişörtle dikilmekte olduğunu hatırladı. Üstelik kendisi üzerindeki monta ve çizmelerine rağmen üşümeye başlamıştı. Hiç düşünmeden, “Lütfen içeri gir,” dedi. “Hava senin kıyafetlerinle ortalıkta dolaşmak için fazla soğuk.”

Sözleri bittikten sonra genç adamın yüzünde beliren şaşkın ifadeye bir anlam veremedi.

Ayaz, genç kızın biraz önce onu azarladığının farkında olup olmadığını merak ederek ona bakmayı sürdürüyordu. Bilerek ya da bilmeyerek, genç kız, sözünü dinlemediğini fark edince Ayaz’a iyice kaşlarını çattı.

“Japonca mı konuşuyorum ben?”

Ayaz, dayanamadan kahkahayı bastı. “Tamam, özür dilerim.”

Dudaklarını birbirine bastırarak aklına gelen alaycı sözleri yuttu. Çünkü genç kız espri falan yapmıyordu. “Sağ ol, çay için.”

Eylül yeniden gülümsedi. “Rica ederim. Biraz da yatıp dinlenirsen iyi geldiğini göreceksin.”

Bir an için bir boşluk anı oldu. Eylül gitmeye pek hevesli değildi. Doğrusu o ya, Ayaz da gitmesinden yana değildi. Reddedileceğini bilse de “içeri gelmek ister misin?” diye sordu. Bu soru Eylül’ü şaşırtmıştı.

“Hayır, teşekkür ederim.”

Ayaz, omuz silkti. Eylül, kendini bahane sunmak zorundaymış gibi hissetmişti. “Zaten gidiyordum, derse geç kalıyorum.”

“Okuyor musun?”

“Evet. Gitmem lazım. Hoşça kal.”

Eylül, sohbetin daha fazla uzamasına izin vermemiş ve arkasını dönüp yürümeye başlamıştı. Ayaz, bir süre genç kızın arkasından baktı ve gözden kaybolmasının ardından iç çekerek yeniden evine girdi.

***İşte böyle... :) Ben daha önce hep karakterlerden birisinin ağzından yazmıştım. İlk defa ilahi bakış açısını kullanıyorum ve çok hata yapmadığımı umuyorum. Gözünüze batan şeyleri lütfen iletin ki ben de onu düzeltebileyim. Eleştirileri gerçekten istiyorum, kendimi geliştirebilmek adına :)

Bayaa uzun bir bölüm oldu, sıkılmadığınızı umarım. Okuyan herkese teşekkürler^^ Yorum yapıp burada olduğunuzu gösterirseniz, daha da çok sevinirim :)

15 yorum :

  1. Ahhhh ahhhh peşin peşin okurlarınla anlaşalım Ayaz ben :D paylaşmam kimseye vermem Eylül'ü öldürür yine de sahip çıkarım Ayaz'a haberiniz ola ;)

    Hatun bence gayet iyi gidiyorsun devam et yayınlamaya :D Bu arada hadi hayırlı olsun bol yorumlu ve okurlu olsun :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hatun senin hikaye üzerindeki etkilerini açık bir ortamda tartışmayalım bence hahah :D Teşekkürler, göreceğiz bakalım nasıl olacağını :)

      Sil
  2. 'Nisan derdim' süperdi. Genel anlamdada ilerlemesi ve anlatim bicimini begendim. Merakla devamini bekliyorum. Ayrica uzun bir bölüm oldugunu hiiiic düsünmüyorum. Her gün yeni bölüm gelecek mi?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorum için teşekkürler, devam etmek için buna ihtiyacım var gerçekten :) Yazılmış epey bir kısım var elimde ancak eğer çabuk tüketirsem daha sonra bölümlerin gelmesi daha uzu sürebilir :) Bu yüzden 3 günde bir gibi bir ritimde yayınlamayı düşünüyorum :)

      Sil
  3. "Ayaz'ı görmek ve onun yaşadığını bilmek istediğini biliyordu." cümle içinde aynı kelimenin tekrarlanması okurken göze batıyor "bilmek istediğini bilmek" başka bir ifade bulmalı sanki..

    çok fazla "..." kullanılılmış metinde yani inanılmaz derece üç nokta kullanılmış. göz yoruyor ve sık sık kullanıldığında vermek istediği o etkiyi kaybedip "." kadar sıradanlaşıyor.

    "Eh, bu havada böyle dolaşırsa zatürre olmazsa kendisini şanslı saymalıydı." küçük detaylar gibi göründüğünü biliyorum ama cümle düşüklüğü okurken metnin devamlılığını bozuyor o yüzden dikkat edilmeli. mesela; "Eh, bu havada böyle dolaştığı için zatürre olmazsa kendini şanslı saymalıydı."

    "direk." ve "Ayaz’ın uzatamaya yeltendiği" imla hataları sıradan bir şey, klavyenin azizliği bile olabilir ama fark edince söylemeden geçmek istemedim.

    İlahi bakış açısnın bazı avantajları var ama her ne kadar yazım dili açısından ilahi gibi olsa da aslında hep kızın düşünceleri, bakış açısından yazılmış metin Ayaz'ın bakış açısı dışında yani demek istediğim annesiyle diyalogları arasında "Hasret hanımın bu akşam içi sıkılıyordu, soba ne kadar hızlı yanarsa yansın üşümesi geçmek bilmemişti, kızına ters bir bakış attı." gibi Eylül'ün bilemeyeceği, yorumlayamayacağı şeyler eklenirse o ilahi bakış açısı güçlenmiş olur.

    Bütün bunların üstüne söylemek istediğim şeyler de şu ki kötü adam - şeker kız her zaman kendini okutturacak bir hikaye ve kesinlikle klişe değil klasik. Ayaz'ı çok beğendim Eylül sevilesi bir karakter ama yazarı bulmuşken bir kaç kelam etmek isterim.

    Her karakterin bir doğası vardır, onu nasıl hayal edersek edelim yazıldıkça, okundukça onun bir bireymiş gibi, gerçekmiş gibi bir karakteri oluşur. O yüzden bu derece kötü, gerektiğinde zalim, kavgalara belki suçlara bulaşmış bir karakteri bir anda "ve aşk onu değiştirdi" diye tamamen kendine aykırı olacak şekilde değiştirmeyin. Sadece iyi insanlar aşık olmaz ya da aşk herkesi iyileştirmez aşk cinayeti diye bir kavram var değil mi bütün aşklar masum olmak zorunda değil. Kafanızda canlandırdığınız, yarattığınız, kök salmış bir hikaye vardır biliyorum ama yine de bunları söylemek zorunda hissettim kendimi.

    hem başarılı buldum, hem de daha da başarılı olmanızı diliyorum.

    sevgiler..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorum için teşekkürler, küçük ya da büyük olması fark etmez, hataları siz fark ettiğiniz sürece bildirin lütfen. Aslında benim de istediğim bu: Benim fark edemediğim hataların fark edilmesi. Ancak böyle kendimi geliştirebilirim :)

      Üç noktayı çok kullandığımı fark ettimiştim ama bu benim kararsızlığımın metne yansıması ne yazık ki. Düzeltmek istesem de orada kullanmalıymışım gibi geliyor. Üç nokta benim kararsız ve biraz da ucu açık yapımın sembolu gibi. Keskin noktalardan daha çok işime yarıyor sanki. Ama daha az kullanmayı denerim belki de... Bu konuda söz veremiyorum :D

      Aslında benim "ilahi açıyla çok güzel yazayım," şeklinde bir düşüncem yok, bunu seçmemin nedeni hem Eylül'ü hem Ayaz'ı anlatmak istememdi. Bunu da sürekli "Ayaz'ın açısından," gibi ifadelerle belirtmek istemedim ve bu açıdan yazmaya başladım. Yani diğer karakterlerin duygu düşüncelerini çok dahil etmeyeceğim zaten. Biliyorum bazı okurlar kararkter çeşitliliğini sever ancak ben o kalabalığı okurken sıkılanlardanım, o yüzden yazmayı da tercih etmeyeceğim. Şu an için Eylül'ün bakış açısı yoğunluklu, zaman zaman da Ayaz'dan anlatır gibi yazacağım/yazdım. Ama doğrusu o ya "keşke bildiğimi yapıp Eylül'ün ağzından yazsaydım," dedim sık sık. Çünkü onu daha iyi biliyorum ve bu açıya alışamadım. Gelin görün ki çok yol aldım, değiştiremedim bu yüzden. Bakarsınız gözüm döner ya hikaye gider ya açı komple değişir. Bu konuda ne çektiğimi bir Allah bir de İnci bilir :D

      Aslında bu tam olarak bir "kötü adam - şeker kız" hikayesi değil. Ayaz, kötü adamdan ziyade, kendisinden yorulmuş olan ve içten içe değişmek isteyen bir karakter ki bunu zaten akan bölümlerde anlattım :) Eylül, ona bulamadığı çıkış kapısı için bir ışık olacak ve o da buna tutanacak. Eylül için değişmekten ziyade Eylül'ün yardımıyla kendisi için değişecek. Yani Ayaz bunu senelerdir içinde taşıdığı için ani bir değişim olmayacak yaşadığı ki zaten tamamen değişeceğinin garantisini de veremem ;) :)

      Sanırım içeriğe çok girdim, sussam iyi olacak. Detaylı yorumunuz ve vakit ayırdığınız için teşekkür ederim :)

      Sil
    2. Ben teşekkür ederim efendim takipçiniz olacağım iyiden kötüden ne görüyorsam da söyleyeceğim. İnanın beni çok mutlu eder bu tarz bir yaratıya ucundan kıyısından olsun yardımcı olmaya çalışmak.

      Kendinize iyi bakın, kaleminize sağlık :)

      Sil
  4. Ben geldim! :D Aslında okumaya sınavdan sonra başlayacaktım ama dayanamadım :) Bölümleri okudukça yorum yazarım inşallah kısa zamanda da yetişirim size zaten çok ilerlememiş :) Öncelikle hikayenin adı beni benden aldı zaten.. İkinci olarak her ne kadar İnci abla en baştan Ayaz'ı sahiplenmiş olsa bile ne olur biz de sevelim arada sırada? Lütfen ya :(

    Öhöm öhöm gelelim bölüme :) Nasıl bir hikaye beklediğimi bilmiyorum ama bu hikaye beni şaşırttı nedense :) Nasıl bir şey beklediğimi de hiç bilmiyorum vallahi :D Niye şaşırdım sormayın yani :) Üstteki cevaptan anladığım üzere Ayaz bizim bildiğimiz bad boylardan değil. Tabi ki de bu hikayeyi daha da çok merak etmemize neden oluyor :) Eee kötü çocuk değilse olayı ne Ayaz'ın? Yayınlanan 3 bölümde ne oldu ne bitti bilmiyorum ama bu ikilinin hikayesini gerçekten de çok merak ettim :) Heyecanla bekliyorum :)

    Ayrıca ben o "Nisan derdim." diyen dilleri yerim ya! Gel de sevme şimdi... (Kusura bakma İnci abla) Eylül'ün Ayaz için endişelenmesi de çok tatlı çok masumca bir şey bence :) İkisi de tam yemelik :))

    Neyse ellerine sağlık Çiğdem :) Harikasın :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumlarını sevdiğim Buse Hoş geldiiin :D Şaşırmana şaşırmadım çünkü sen "Eylül'de Ayaz" başlığı altında başka bir hikaye de okumuştun, ondandır :) Ben "Ayaz kötü çocuk" demedim belki ama değil de demedim Busecim, hemen sonuçlara varmayalım lütfen :P Nasıl bir karakter olduğunu bölümle ilerledikçe hep beraber göreceğiz artık :D

      Yorumunun geri kalanı İnci'yi bağladığı için ben burada susuyorum cancağızım :) Hoş geldin tekrar, seni buralarda görmek güzel. Yorum için de ayrıca teşekkürler^^ :)

      Sil
    2. Hooop!!! Ne oluyoruz yav! Dalarım vallaha saç baş yolarım ağız burun kırarım Ayaz'ın dişi versiyonu olurum! AYAZ BENİM! nokta ünlem bitti gitti. Sahipli adamlara göz koymayalım hendi adamımızı bulalım değil mi? Hem o benimdir o benim... ya benim ya kara toprağın! Öyle birinin ölmesi de yazık olduğuna göre benim! ;) Bu yüzden napıyoruz Busecan, Ayaz'a göz koymuyoruz ;)

      Sil
    3. Hoş bulduk! :D Evet ya hikayenin ismini ilk gördüğümde ne kadar sevinmişti. Gerçi şu an da mutluyum sorun yok yani :) Ben bu Ayaz'ı da çok sevdim. (Tabi İnci ablanın izin verdiği kadar :P) Hmm... Okuduğum 2 bölümde daha Ayaz hakkında bir şeyler oluştu kafamda ama bilemiyorum vallahi tam olarak hayırlısı ne diyelim :D

      Yok zaten İnci abla göz koymak değil de benimki ara ara biz de severiz dediydim :)) Şöyle azıcık.. Birazcıcık :)) Sen sahiplenmişsin zaten Ayaz'ı bu saatten sonra sizi koparabilene helal olsun :)

      Sil
    4. Buse Ayaz'a evcil hayvan muamelesi yapmaz mısın? Ne demek ara ara severiz ahahah :D

      Sil
    5. Tamam ya demedim bir şey... Biz sonra o meseleyi İnci ablamla aramızda hallederiz (İnşallah) :D :D

      Sil
    6. Azıcık birazcıcık sevebilirsin ona izin veriyorum ama o benim o kadar :D hehe Busecan sana izin var azıcık sev ama az sev benim sevgim ona yeter ;)

      Sil

Kitap ya da yazı hakkındaki görüşünüzü bizimle paylaşın